Araştırma
Görevlisi, Ahmet Yesevî Üniversitesi
Türkler
arasında İslâm’ın yayılmasında en önemli unsurlardan birinin de tarikatlar
olduğunda şüphe yoktur. İşte, ilk Türk tarikatının temelini atan Ahmet Yesevî,
kurduğu Yesevîlik ile Türk milletinin manevî hayatında derin izler bırakan,
dikkate değer bir şahsiyettir. Yesevîlik kültürünü, yani, Türk sûfî geleneğini
oluşturma bakımından da Ahmet Yesevî’nin manevî faaliyeti ilk örnektir, önemi
büyüktür. Bu yüzden, Fuat Köprülü onu ilk mutasavvıf olarak nitelendirmiştir.
Burada “Yesevîlik
Kültürü” kavramının muhtevasından, “Türk Sûfîliği” “Türkistan Sûfî Tarikatları”,
“Türk Halk Müslümanlığı” veya genel olarak “Türk Müslümanlığı” anlaşılmalıdır.
Böyle bir kanaate, Çarlık Rusya Türkologları ve Oryantalistleri’nin yaptığı
çalışmalarında rastlamaktayız.
Türk kültürü, folkloru,
inancı, dili, edebiyatı, mitolojisi, gelenek ve görenekleri üzerinde Çarlık
Rusya'sı tarafından yoğun çalışmaların yapıldığı, bugün herkesin malûmudur.
Sovyet iktidarı veya komünist rejim tarafından, bize karşı asimilasyon,
dinsizleştirme ve tüm kültürel değerlerimizden uzaklaştırma politikasında bu
“birikmiş malzemelerin” çok büyük payı olmuştur.
İşte, yazımızda, bu
“birikmiş malzemeler” içerisindeki Yesevîlik kültürünün komünist rejimi
tarafından nasıl kullanıldığını anlatacağız.
Türkistan’daki sûfî
gelenek, “tarikatlar, tasavvufî düşüncenin olgunlaşmasından sonra ortaya
çıkmıştır “ diyenlerin yanı sıra, “İslâmiyet, tarihte ilk defa XII. asırda
istilâcı gayr-i Müslimler (Doğu’da Karahıtaylar, Batı’da Haçlılar) tarafından
tehdit edildiği zaman, tasavvuf, imanın müdafii rolünü üstlenmiş ve halka ait
bir kitle hareketi pozisyonuna bürünmüştür. İmana saldırının ( fiziki veya
manevî ) başladığı, dış ve iç düşmanların ( imana karşı ) çoğaldığı sırada, bir
şeyh etrafında toplanan, hayatlarının her ânını tanzim eden, mecburî kurallara
bağlı ilk tarikatlar işte, bu çağda ortaya çıkmışlardır” diyenler de
mevcuttur.
Gazali’nin tasavvufun
imanı savunma, koruma bakımından Batınîlik, kelâm ve felsefe metotlarından üstün
olduğu kanaatini, taşıdığı herkesin malûmudur.
Bu iki husus, komünist
rejim ideologlarının gözünden kaçmamıştır. Tasavvufî düşünceyi, onun dayandığı
ilke ve yöntemleri, kendi yararları açısından kullanmada, tarihî “Diyalektik
Maddeciliğin Marksist Yorumunu” benimsemişlerdir. “Hiçbir şey yoktan var
olmaz...Dolayısıyla, biz elde var olan malzemelerden yeni sosyalizm sistemini
kuracağız” şeklinde, Lenin’in meşhur bir sözü vardı. İşte, komünist rejimde
Ateizm, Marksist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak
görülmüş ve “ilmî ateizm” adıyla takdim edilmiştir. “İlmi ateizm, kendini,
teorik ve pratik açılardan ateizmi yaymanın yöntemi, yani, bir anlamda onun
eğitim sistemi olarak görmüştür.”
Komünist rejim, ateist
eğitim sistemini icat etmede, teorik ve pratik açıdan Yesevîlik kültürü
“malzemelerinden” istifade etmiştir. Komünist rejim ateist Sovyet doktrinlerini
yaymada kültürel değerlerimizi yani, Yesevîlik kültürünü kullanırken, bunu
kendilerine teorik ve pratik olarak nasıl zemin uydurabilmişlerdir? Nasıl bir
metot kullanmışlardır? Çalışmamız, bu sorular çerçevesinde teşekkül
edecektir.
Yesevîlik Kültürünün
Tarihî Diyalektik Materyalist Metodu Açısından Yorumu
Ahmet Yesevî’nin tasavvufî aşk geleneği, Türkistan’da Komünist rejimde bile kaybolmuş değildir. Komünist rejim ideologları bu kültürü, geleneği, Ateizmin önünde tehlikeli bir güç olarak tanımlamışlar ve bunu gücü “bilimsel açıdan” yeniden yorumlayarak, “toplum yararına” sunmayı hedefleyerek kendi ateist propaganda yöntemlerinde kullanmışlardır.
Ahmet Yesevî’nin tasavvufî aşk geleneği, Türkistan’da Komünist rejimde bile kaybolmuş değildir. Komünist rejim ideologları bu kültürü, geleneği, Ateizmin önünde tehlikeli bir güç olarak tanımlamışlar ve bunu gücü “bilimsel açıdan” yeniden yorumlayarak, “toplum yararına” sunmayı hedefleyerek kendi ateist propaganda yöntemlerinde kullanmışlardır.
Lenin’in deyimiyle
“Elde bulunan malzemelerin sosyalizm inşası için kullanması” açısından, “mevcut
sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî hayatın tamamını yeniden yapılandırmak
üzere Tarihi Diyalektik Materyalizmin Marksist yorumu” yegâne
silahtı.
Karl Marx ( doktrini )
ile “Ahmed Yesevî’nin hikmetlerini bağdaştırmak zordu” diyenler, sos yo-ekonomik
açıdan tarihî Marksist diyalektik doktrinin metodolojisi önünde, boyun
eğmişlerdi. Burada Diyalektik Materyalizmin, âlemin yeniden organizasyonunu
mümkün gören, bunu canlı bir organizasyondan çok zihinde evrimleşen fikirler
sistemine benzeten, bu evrimleşmeyi de tez, antitez ve sentez safhalarıyla izah
eden maddeci anlayış “olduğunu yani, tarihin maddeci yorumu, felsefenin temel
problemlerini materyalist açıdan ele alan ve tarihin evrimi ile insan
faaliyetlerinin şekillerini genelde, sosyolojik açıdan araştıran, toplum
hakkındaki felsefî bir doktrin olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar vardı.
Çünkü, zıtlıkların yani, Yesevî doktrini ile Marx dogmasının nasıl bir sentez ve
birbirinin tamamlayıcısı olduğunu “ispatlayan” dayanaklar, yukarıda adını
zikrettiğimiz metodolojide bulunmaktaydı.
Marx’ın öğretisinde
tarihî evrimi gösteren beş türlü ekonomik sisteme dayalı toplum devreleri
vardır. Buna göre, İslâm dini de, toplum devrelerinden biri olan feodalizmin
ortaya çıkması ile birlikte zuhur etmişti. Bu toplum, yani feodalizm, dini
beraberinde getirmişti. Çünkü toplumdaki, sömüren ile sömürülen sınıflar (
fakirler ) arasında “dengenin” sağlanması için sömürücü sınıfın yararına bir
araç gerekliydi. O da ( güyâ ) dindi.
Tüm Ortaçağda, onlara
göre, toplum hayatında dinin yaygın olduğu dönemde, iktidar ( sömürücü ) kitleye
karşı mücadele, tabî olarak gayri dinî şekil içinde, yani zındıklık ile
mezhepler şeklinde sürdürülmüştür. Bu olayları, yani, zındıklık ile mezheplerin
zuhûrunu dine ve iktidarlara karşı komünist devrimciliğin ilk tecellileri olarak
göstermeye çalışmışlardır. Mesela, Abbasî Arab hilafetine karşı isyanlar
İran’da, Orta Asya ve Kazakistan’ın güneyinde Zerdüştîlik Mazdakilik,
Maniheylik, Karmatilik ve sûfîlik hareketleri altında gerçekleşmişti. Bu
isyanların tümünün dinî formda olması tabiîdir. Çünkü, o devirlerde, devrim
ancak dine karşı, dinî mezheplerin zındıklık eylemleri altında olabiliyordu.
İsyanların ve devrimci reaksiyonun kaynağı, toplumdaki sosyal adaletsizlik ile
sosyal eşitsizlik olmuştur. Bu durum, evrensel hümanist değerleri arzulayan,
çeşitli İslâmî mezhepleri mensuplarından, sosyal ütopistlerin ortaya çıkmalarına
neden olmuştur.
Tasavvufun ilk
devirlerindeki züht hareketi Emevî hilafeti iktidar kitlesine ve onların lüks
hayatında zenginleşmesine ve toplumdaki cereyan eden ahlâkî normlara karşı tepki
olarak ortaya çıkmıştır. Bu başkaldırı, tepki komünist devrimciliğin en ilkel ve
pasif şeklidir. “Zühd, Müslüman toplumdaki sosyal eşitsizliğe cevap olarak
kendini gösterdi.” Yani, sûfî hareketlerin temelinde sosyal eşitliğe ve adalete
doğru, pasif bile olsa, bir ilerleme vardı.
Tajikova: “Sûfîlerin
panteizminde cevheri birlik, vahdet-i vücut şeklinde bilinmektedir. Bu da,
“Allah, aynı zamanda hem yaradan hem yaratılmış varlıktır ve hem tektir, hem de
çoktur” -diyerek imkânsızı kendi tez’ine uydurmaya çalışmaktadır. Daha sonra, bu
teori, Allah’ın sudûr undan, yani Allah’tan maddeye, ışıktan ( nurdan )
karanlığa, sınırsızdan sınırlıya ve nihayet bir tezattan ikinci bir türe geçecek
değişim düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Aslına bakarsak, âlem, ilk temelinden
koparak nur ile karanlığın, tek cevher -Allah- ile dünya, yani, tez ve
antitezler birliğine, nihaî noktada sentez’e dönüşecektir. Maddî âlem Allah’tan
bir çeşit sudûr ile meydana gelecektir, oradaki İlâhî ruh yavaş yavaş maddî
sıfata bürünecektir” demekle, Materyalist Diyalektiğin metodolojisinin cübbesini
hiç zorluk çekmeden, tasavvufa ve vahdet-i vücuda giydirmektedir.
Sovyet ideologlarının
İslâm’ı genelde Batı gözlüğüyle değerlendirdikleri malumdur. Örneğin İslâm’a
giriş yaparken hep Hıristiyanlığı öne çıkarırlar. “Ortaçağ Doğu panteizmi Batıda
olduğu gibi natüralist ve mistik istikamette gelişmişti” diye giriş yaparak,
Yesevîlik kültürünü “Batı ölçüsüne” göre ölçüp, biçmişlerdir. Aslında,
aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ve modern dönemde iyice belirginleşen
din düşmanlığının temelinde, Ortaçağda kilisenin Tanrı adına yapmış olduğu
insanlık dışı uygulamalarının büyük rolü olmuştur. Marx’ın tüm eleştirileri,
teorisinin temel kaynağı veya dayanağı Batı kültürü ve Hıristiyanlık olmuştur.
Bugün Marx’ı yaptıklarıyla olumlu ve “kendi toplumunun sosyo-ekonomik, dinî ve
siyasî meseleleri karşısında insanı savunan bir eşsiz düşünür” olarak
değerlendirenler de mevcuttur. İşte biz kendimize, kendi gözlüğümüzle bakma
cesaretini nedense bulamıyoruz maalesef. Bugün bile, kendimize “Batı
penceresinden” bakmayı bir üstünlük alâmeti olarak görüyoruz. Ama, kültürümüzün
Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna vb. gibi manevî devrimin büyük önderleri,
“önce, kendini tanı” diye, hâlâ uyarıp duruyorlar. Yani, işe, kendimizden
başlamayı öğütlüyorlar.
Sovyet ideologları,
hiçbir şekilde materyalist bir düşünceye sahip olmayan İbn Sina ( 980 - 1037 ),
Farabi ( 870 - 950 ) gibi büyük düşünürleri bile kasıtlı olarak dinin aleyhtarı
ve “tabiat olguları ile insanı sistematik bir şekilde ele alan natüralist,
panteist, Ortaçağın hür düşünürleri” olarak takdim etmektedirler.
İlmî ateizm uzmanları,
tasavvufun muhabbetullah kavramı ve “aşk, marifetullah’ın kendisidir”,
anlayışını esas alarak, geleneksel İslâm düşüncesinin bunun tam tersi olduğunu,
İslâm’ın sevgi değil, korku dini olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Allah’a
aşkla yaklaşmakta olan “panteist anlayış,” insanı tanrılaştırma düşüncesini
beraberinde getirdiği için, sömürücü, iktidar kitlenin ideolojisi olan İslâm’ın
dinî otoritesini kaldıran reaktif bir düşünce olmuştur, kanaatine
ulaşmışlardır.
İlkin, tasavvufun
içtimâî sosyo-siyasî yönü çok zayıftı. Onların devrimci düşünce alanı, genelde
toplum düzenini tenkit etmekle, âdil padişah iktidarı altındaki “Faziletli
Devleti” arzulamakla ve istemekle sınırlıydı, gibi hükümleri, sûfîlerin çözümü,
zorlukla, silahla yapılacak siyasî devrimde değil de, manevî devrimde
bulduklarını anlamamaları doğrusu şaşırtıcı gelebilir... Onlar dini ve Yesevîlik
kültürünü, her zaman “sömürülen canlı varlıkların nefesi, kalpsiz dünyanın
kalbi” olmaktan öteye gidemeyen, dünyayı değiştirmenin net ve peşin yolunu
göstermeyen doktrinler yığını şeklinde suçlamaktadırlar.
Marksist ve Leninist
klâsiklerin gösterdikleri gibi, Ortaçağ’da, ideoloji adına sadece din ve teoloji
bilindiği için, halkın isyanı ve mücadelesinin de dinî formada, net biçimde sûfî
tarikatlar alanında geliştiğini belirterek, onların Müslüman ideolojisine karşı,
İslâm’ın kendi ilke ve delilleriyle mücadele etmesinin yerinde olduğu kanaatini
benimsemişlerdi. Bir başka İlmî Ateizm uzmanı şöyle diyor: “Resmi din olarak
İslâm’ı kabul eden Karahanlı Devleti de, tasavvufa muhalefetin bir çeşidi olarak
bakmışlardı.” Ahmet Yesevî’nin kendi devrinde düşüncelerinin Orta Asya ve
Kazakistan bozkırlarında yaşayan Türkler arasında ilgi ve saygı görmesinin
nedeni olarak, yukarıda da değindiğimiz onun geleneksel İslâm’a olan muhalefet
düşüncesini göstermişlerdi. Göçebe halkın buna ihtiyacı vardı ve Yesevî’nin
hikmetleri bu ihtiyacı karşılayabilmîştir. Çünkü, Yesevî fakir ve yoksulların
taraftarı olarak, iktidarı ve mevcut düzeni tenkit etmişti.
Onlara göre, Ahmet
Yesevî doktrininin, feodal kitle, iktidarlar hakkındaki görüşleri ve ayrıca
iktidar ideolojisine karşı olan muhalefetini, sadece Divan-ı Hikmet’in
metinlerinden değil, birçok tarihî vesikalarda da bulmak mümkündür. Onlara göre,
bu kanıtların biri de, Yeseviyye Tarikatı’nın İslâm’ın genel dogmatik kanun
esaslarına aykırılığıdır. Yine Ahmet Yesevî’nin sürekli sürgünde veya halvette
bulunması bu hususta da delil olarak gösterilmektedir. Buna daha Barthold’un
“Ebu Seyid Şeyh’in devrindeki iktidarın, Buğra Han’ın Meveraünnehir’deki tüm
sûfîleri yok etmek istediğini ve bu bölgeden birçok şeyh’in gizlenerek Merv’e
sığındığını” gösteren eserleri de eklemektedirler.
“Feodal sömürücü
iktidar grubu ve onların yanında bulunan resmî ulemâ, İslâm’ı geniş kitleye
yaymak için dinî eserleri okutacak, İslâm’ı öğretecek medreseler kurmuşlardı.
Ama, bunların yanı sıra Ortaçağda Kazakistan’da özel medreseler yani, tekke,
dergâh, çilehâneler de mevcuttu. Ancak, Ahmet Yesevî’nin eserleri, herhangi bir
devletin, yöneticinin yetkisiyle veya desteğiyle yazılmamıştır. Bundan da
sûfîlik öğretisinin resmi İslâm ideolojisiyle bağdaşmadığını görmek mümkündür”
demektedirler.
Onlara göre, Ahmet
Yesevî’nin halk arasında çok büyük saygınlığından istifade etmek isteyen Emir
Temir, onun mezarı başına muazzam bir türbe yaptırmıştı. Uzağı görebilen,
hilekâr siyasetçi, bu türbeyi, Ahmet Yesevî’nin İslâm’ı yaymadaki hizmeti için
değil de, o bölgedeki çoğunluğun gönlünü almak için yaptırmıştı.
Yesevîlik kültüründe,
oppozisyon ( muhalefet ) sûfîliğin tüm esas ilkeleri mevcuttur. Örneğin,
Yesevî’ye göre, insanın en önemli hazinesi, fakirliktir. Fakirlik makamı ise,
yukarıda da değindiğimiz gibi, zenginliğin karşıtı ve iktidara karşı muhalefet
şeklini almaktadır. Yani, Yesevî işçi-sömürülen fakirlerin yanında, iktidara
karşı cephe almıştır. Yesevî, dinî –mistik hikmetleriyle, mutlak ahlâkî
faziletleri, eşitlik, adalet, iyiliği öne sürerek, Karahanlı Devleti ve üst
düzey idarecilerinin yolsuzluklarına karşı çıktı, tenkit etti. Bunun gibi
hareketler mistik şeklinde olsa bile, progressiftir. Çünkü, halkın çoğunluğunun
irade, istek, talep ve arzularını aksettirmiştir.
Yine onlara göre,
Kur’an ve Sünnet’e göre, kadın erkeklerden aşağı derecededir. Daha doğrusu,
kadın ev kölesine dönüştürülmüştür ve sosyal müesseselere kendi başına
gidemiyor, yabancı insanlar önünde yüzünü de açamıyor, vesaire.
Buna karşın Yesevîlik
kültüründe uygun bir şekilde kadınlar da zikre iştirak etmektedirler. “Bunun
gibi belgeler ve deliller Yesevîlik kültüründe, kadınlarla ilgili meselede,
İslâm eserinin payı olmadığı kanaati vermektedir.”
Ancak, Hoca Ahmed
Yesevî zamanında kadınların da zikre iştirak ettikleri hususu, erken dönem
kaynaklarda tam olarak sabit değildir. Ancak onun ölümünden çok sonra kırsal
kesimlerde kadınların zikre katılımından, muhtemelen söz edilebilir.
“Yesevîlik kültüründe,
irade ve davranış hürriyeti bariz bir şekilde gözükmektedir! Kuran’da ise, insan
hiçbir irade hürriyetine sahip değildir, o sadece, Allah’ın iradesini yerine
getirici olmaktan öteye gidememektedir. (Haşa!) Yesevî, kendi müritlerine, kendi
kendilerini yetiştirmeye ve geliştirmeye davet etti ve “insanî faziletlerin
Allah’tan kaynaklandığı düşüncesinden uzak durdu”. Bu ise, Ahmet Yesevî’nin
indeterminizmini göstermeye yeterli delildir. “Yesevî indeterminizmi, Müslüman
fatalizmine ( kaderciliğine ) karşı sadece teorik düzeyde değil, aynı zamanda
pratik hayatta da uygulamıştır.
Ortaçağ Kazakistan’ı,
mistisizm bayrağı altında gerçekleşen feodalizm karşıtı mücadelelerle doluydu.
Mistisizm ise, feodalizme karşı devrimci muhalif özelliğini taşıya gelmiştir.
Ancak, mistisizm, “devrimci muhalefetin” gizli biçimi ve feodalizm ile ideolojik
bir mücadele şeklinde gözükse bile, o devrimci hareketin aktif şekli hâlinde
ortaya çıkmamıştı. Mistisizmdeki devrimci hareketin tabiatı, sadece züht,
Allah’a münacat ve ahirette tüm iyiliklere lâyık olmak için terk-i dünya gibi
eylemlerle görünmüştü.
Onlara göre, Yesevînin
teist olmadığının ve geleneksel İslâm’ın taraftarı olan Sünnî tarikata bağlı
bulunmadığının bir göstergesi de, onun kendi devrinin sosyal nizam ve düzenini
tenkit etmesidir.
İşte, Ahmet Yesevî
doktrini ve Yesevîlik kültürünü, sosyal hayatın tarihî süreç içerisindeki yerini
Marksist diyalektik metot açısından değerlendirenlerin kanaatini ortaya koymuş
bulunuyoruz. Doğrusu Marksist metotla, bu kanaatlerin dışında başka bir sonuca
varmak mümkün görünmemektedir.
İlmî Ateizm, Yesevîlik
kültürünü, Marksist diyalektik metotla yorumlayarak, elde ettiği dayanakları
pratik hayatta, Yesevîlik kültürünün bazı kavramları ile yöntemlerini ateist
propaganda eğitiminde uygulamışlardır. Bunlardan birkaç örnek vermekte yarar
vardır.
“Fakr, Arapça
yoksulluk, ihtiyaçlık gibi manaları ifade eder. Istılahî olarak fakr, manevî
ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terk eden Hak’ta fâni olan
kimse, hakiki fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun
hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir.
Fakra ulaşan kişi, malın kölesi değildir. Bilâkis mal onun
kölesidir.”
Ateist ajitprop (
nasihat ve propagandacıları ) uzmanları: “...Biz de fakiriz, bizim için de,
fakirlik övünçtür. Çünkü, kurduğumuz, devlet fakirler devletidir. Sovyet insanı
demek, fakir insan demektir. Lenin’in ifade ettiği gibi bizim milliyetimiz
yoksulluk, fakirliktir”. Yesevî’nin de arzuladığı, fakirler ( proletarya )
diktatoryası ( iktidarı ) işte budur, vs.
Zikir, Arapça,
unutmanın zıddı olan hatırlamayı ifade eden bir kelime. Zikrin hakikati
zikredilenden ( Allah’tan ) başkasını unutmaktır. “Bir şeyi seven, onu çok
anar.” “Dervişin fikri neyse zikri de odur.”
Zikir her an Allah’ı
anmaktır. Ateist “ajitprop” uzmanları, Allah’ı her an yok saymayı aşılamayla
uğraşmışlardı.
Zikir, Allah’ı anmak (
tez ), ateizm Allah’ı yok saymak ( antitez ), olduğu için ikisi eritilmeye
çalışılsa bile, başarılı bir sonuca ulaşılamamıştır. Zikirde Allah vardır ve O,
her an anılır; Ateizmde (Mutlak veya teorik anlamda Allah’ı yok bilmek söz
konusu değildir), Allah’ı yok saymak (pratik ateizm) vardır. Zikirde sağlam
temel ve aşk vardır. Pratik Ateizmin belirtileri, Müslüman’ım diyenlerde bile
fuhuş, zina, rüşvet, yalan şeklinde kendini göstermektedir.
Seyri sülûk, yürümek,
yolda gitmek, seyahat gibi anlamlara gelmektedir. Hakk’a ermek için bir rehberin
öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî ve ruhî yolculuk. Saîr ve sâlik ( ehli
sülûk ) denilen yolcu ( misafir ), nefsindeki kötü huylardan arındığı ve iyi
huylar edindiği ölçüde bu yolculukta mesafe alır. Sulûk’un sonunda Allah’ı
sevmek tefekkürü verilir.
Yesevîlik kültüründe,
göçebeler arasında seyri-i süluk, Sal-serilik adıyla yaygındır. Yeseviyye
Tarikatı’nın mensupları veya muhatapları, çoğunlukta göçebeler olduğu için
seyri-i sülük, yani, “Sal-serilik” şekil değiştirmişti. Daha açıklayacak
olursak, sal-serilik’in seyr-i sulûk ile muhtevası aynıdır, sadece, göçebelere
Allah sevgisi, iman nurunu yaymak için, sürekli gezmişler ve yanlarına da
pehlivanlar, sanatçılar, oyuncular gibi bir ekip bulundurmuşlardı. Bunlara
“gezginciler” adı da verilmektedir. Göçebeler o, gezgincilerin ne zaman, hangi
gün ve hangi köyde olacağından sürekli haberdar olmuşlardı. İslâm’ın Kazak
bozkırlarında yaygınlaşmasında, Yesevîlik kültürünün, sal-serilik geleneğinin
önemi büyüktür.
Yukarıda da
değindiğimiz gibi, İlmî Ateizm uzmanları, din aleyhtarı propagandasında bütün
kitle iletişim vasıtalarını kullanmışlardı. Bu vasıtalardan “gezici sergiler,
yayladaki çobanları eğitmek için yaptıkları düzenlemeler ve din aleyhtarı oto
kulüplerin” uygulamaları, “Sal-serilik” geleneğinin aynen komünist rejimindeki
“yeniden canlanması” gibidir.
Sonuç olarak, Yesevîlik
kültürü, yaşanan dinî tecrübenin derûnî boyutudur. Yetmiş yıldır süregelen
komünist rejime hiç taviz vermemiş, uzlaşma kabul etmemiş ve ateist eğitimin
“sentezi” önünde erimemiştir. O, hiçbir rüzgârın, propagandanın, baskının
karşısında kendini kaybetmemiştir ve Türk kültürü yaşadıkça da böyle devam
edecektir. O, kalplere nakşedilen Allah sevgisidir.
Türkistan’da dinin
ekonomik ve sosyal temellerini ebediyen yıkmış olduğunu iddia eden bir rejimin
zafere ulaşmasından yetmiş yıl sonra, İslâm’ın ve imanın çeşitli gelenek ve
uygulamaları hâlâ varlığını sürdürüyorsa, muhakkak ki bunda, Yesevîlik
kültürünün etkisi çok büyüktür.
Komünist rejim,
tarihteki kelâm ve tasavvufun, “ulema ile sûfîlerin” çatışmalarından,
anlaşmazlıklarından çok ustaca istifade etmiştir. Günümüzde de, maalesef bu iki
sahada anlaşmazlıkların varlığını sürdürmekte olduğunu üzülerek müşahede
etmekteyiz.
Son olarak, “Siz, biz
diyen halayıktan kaçtım, işte” diyen, Ahmet Yesevî hazretlerinin uyarısına
ilâveten, kendi kültürümüze sahip olma hususunda, “Allah bize, ‘Biz’ olmayı
nasip eylesin!” deriz.
Hikmet
Rabbim yâdı ulu yâddır, söyler olsam
Ballar gibi tatlı olur dilim benim.
Kendim fakir, ikrar ettim, oldum bakir;
Kanat çırpıp uçar kuş gibi gölüm benim.
Rabbim yâdı ulu yâddır, söyler olsam
Ballar gibi tatlı olur dilim benim.
Kendim fakir, ikrar ettim, oldum bakir;
Kanat çırpıp uçar kuş gibi gölüm benim.
Türlü ayşım, türlü işim, dertli başım;
Eridi canım, gitti aklım, aktı yaşım;
Günah ile tamamen doldu içim, dışım;
Niyazsızım açıversin yolum benim.
Gözüm düştü, gönlüm uçtu, Arş'a aştı;
Ömrüm geçti, nefsim kaçtı, bahrım taştı;
Kervan göçtü, menzil aştı, yorgun düştü;
Sır ulaştı, nasıl olacak benim hâlim.
Sûret burada, sîret burada, kudretinde;
Uzun gecede, parlak günde, gönlüm orada;
Geçen gecede, olup bende, hepsi nerede,
Sorsa orada, günahkârdır dilim benim.
İçtim şarap, oldum harap, aslım türap;
Görmeğe geldim, yaş dolu gözüm, gönlüm serap;
Hak'tan hitap gelse, kullar görmez azap;
Pınar gibi akar gözden yaşım benim.
Düşüm uzar, Burak tozar, gitse Pazar;
Dünya Pazar, içine girip kullar azar;
Başım bîzar, yaşım sızar, kanım tozar;
Adım Ahmed, Türkistan'dır ilim benim.
Ahmed
Yesevî*
Ahmed-i Yesevî, Dîvân-ı Hikmet'ten
Seçmeler, haz: Kemal Eraslan, Ankara 1983, ss. 139 - 141