Diyanet İşleri
Başkanlığı Emekli Başkan Yardımcısı
Ahmet Yesevi, Kur’an ve
sünnet temeline dayalı, saptırılmamış arı-duru Müslümanlığın Türk kültür ve
yaşayışı ile hayata uygulanmış, yaşanmış yorumunun ilk temsilcisidir. Hoca Ahmet
Yesevi, Ortaasya’dan-Balkanlara Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı borçlu olduğumuz
büyük velî...
“Dil”imizin gelişmesini, zenginleşmesini, “Din”imizin sapık
görüşlerden arındırılmış, doğru yorumunu, “Millî Kültür”ümüzün, inançlarımıza
sımsıkı bağlı oluşumunu ona borçluyuz. Onun yaşadığı çağda Ortaasya Türk
toplulukları İran üzerinden gelen dinî ve kültürel bir istilânın tehdidi altında
idi. Türkçe konuşan Türk kavimlerinde bile dersler Farsça veya Arapça veriliyor;
şiir ve yazı dili olarak bu diller tercih ediliyordu. Göçebe, yerleşik, dağınık
Türk topluluklarının hepsi İslâmiyet’e girmiş değillerdi. İslâmiyet’e girenler
de, henüz bu yeni dinin esaslarını tam özümsememişlerdi. Hoca Ahmet Yesevi, tam
bu sırada ortaya çıktı. Doğumu ve nesebi Kazakistan’ın Sayram Kasabası’nda
doğdu. Doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Babası İbrahim Ata (şeyh İbrahim),
annesi İbrahim Ata’nın bağlılarından Sayramlı Musa’nın kızı Ayşe Hatun... Ahmet
Yesevi, anne-baba ve aile muhiti itibariyle saygın, dinine bağlı bir manevî
ortamda doğdu; aynı ihtimamla yetiştirildi. Babası İbrahim Ata “Nesebnâme” adlı
eserin sahibi. Çevresinde manevî bağlıları olan, saygı duyulan bir kişi. Annesi,
aynı dinî muhitin yetiştirdiği seçkin bir Müslüman-Türk kadını. Fuad Köprülü,
Ahmet Yesevi’nin Hz. Ali soyundan geldiğini ifade eder. (Prof. Dr. M. Fuat
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1976, s.27.) Babası
İbrahim Ata, “Nesebnâme” adlı eserinde, kendi şeceresini tek tek isimlendirerek
Hz. Ali’ye kadar bağlar. (Doç. Dr. Muhammedrahim Carhummed-Uli, Yesevilik
Bilgisi, Ankara, 1998, s.182-188.) Kazak bilim adamı Muhammedrahim
Carhummed-Uli, bu nesebî irtibatın olabilirliğini, “ilk dönemlerde Arabistan’dan
İslâmiyet’i yaymaya gelen tebliğcilerin, yerlilerle kız alıp vermeleri”
gerekçesine dayandırır. (Carhummed-Uli, a.g.e., s.184.) Hoca Ahmet Yesevi’nin,
Hz. Ali ile neseb irtibatını, konu ile ilgilenen başka yazarlar da ifade
etmişlerdir. Künyesi İsmi Ahmet, lâkabı “Yesevi”. Yesi’li Ahmet/ Ahmet Yesevi.
Künyesini, doğduğu yer olan “Sayram”dan değil, “ilk” öğrenimini yaptığı;
müfekkiresinin oluştuğu, ününü ve hizmetlerini kıt’alar ötesine taşıyacak fikrî
yoğunluğun saf, temiz, gencecik sînesine yüklendiği “Yesi”den aldı. “Yesi”, Oğuz
Han’ın başkenti olmuş kutlu bir şehirdi. (Zeybek, Türk Olmak, Ankara, 1997,
s.38.) Adını Sayram’lı Ahmed’e verdi; Sayram’lı Ahmet’e Yesi’li Ahmet denildi.
Ahmet Uluğ Türkistan’da, Kafkasya’da, Anadolu’da, Balkanlarda ve
yakındoğudan-uzakdoğuya bir büyük coğrafya’da ünlenince bu defa “Yesi” onun
adını aldı; “Türkistan” oldu. Onunla ünlendi, bereketlendi. O ün ve bereketle
bugünlere geldi. Eski “Kültür” ve “Devlet” Bakanı, “Ahmet Yesevi Sistemi”nin
kurucusu ve başı, değerli devlet adamı Namık Kemal Zeybek, “Türk Olmak” adlı
eserinde bu oluşumu (ad alışverişini) kendine mahsus üslûbuyla izah eder. (Namık
Kemal Zeybek, a.g.e., s.38.) Buna göre “Yesi”, Ahmet Yesevi’ye takılan “Pir-i
Türkistan”, “Hazret-i Türkistan” lâkabıyla anılır olmuş ve zamanla kısaltılarak
“Türkistan” olmuştur. Ahmet Yesevi “Tayy-ı zaman”, “Tayy-ı mekân” esprisi ile
fikirleri ve hizmetleri kıt’adan kıt’aya taşarken bile gönlünü “Yesi”de
bırakmış; bu mütevazı, ama tarihî şehri, Mekke ve Medine’den sonra, Türklerin
üçüncü kutlu kenti yapmıştır. Öğrenimi Ahmet Yesevi “Yesi” denilen bu
“Bereket”li, kutlu topraktan iman dünyasına doğarak, önce “Pir-i Türkistan”,
“Ata Yesevi” ve sonunda bütün görkemi ile “Hoca Ahmet Yesevi” oldu. İlk
öğrenimini “Yesi”de yaptı. Halk müfekkiresinde Hz. Peygamber’in sohbetinde
bulunduğuna ve o ulu Peygamberden “Yesi’li Ahmet”e bir “Emanet” getirdiğine
inanılan “Arslan Baba”ya intisap etti. (Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun
Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul, 1988, s.122-132; Yesevilik Bilgisi, Ahmet Yesevi
Vakfı, Ankara, 1998, s.209.) Arslan Baba’nın vefatına kadar onun tedris
halkasından ve Yesi’den ayrılmadı. Bu “ilk öğretmen”inin irtihalinden sonra ünlü
mutasavvıf Yusuf Hemedani’ye bağlandı. O devrin ilim merkezi Buhara’ya geldi;
Buhara Medresesi’nde İslâm ilimleri tahsil eti. Bir taraftan o devrin bütün
ilimlerini en üst seviyede tahsil ederken, diğer yandan ünlü Hemedani’den manevî
eğitim aldı. Ahmet Yesevi’nin şeyhinin vefatı üzerine Buhara’da bir süre
kaldığını; onun halifesi olduğunu; olgulaşmasını burada hem kendi kendini
geliştirerek, hem öğrendiklerini çevresine tedris ederek sürdürdüğünü görüyoruz.
Fakat onun gözü-gönlü, ilk öğrenimini yaptığı; Arslan Baba’dan “Peygamberî
emanet”i teslim aldığı “Yesi”de idi. Oraya döndü. Ömrünün sonuna kadar orada
kaldı. 10 binlerce öğrencisini orada yetiştirdi. Sadece Maveraünnehir değil, bir
eliyle uzak doğuyu, diğer eliyle Avrupa içerilerini ve bu ikisi arasında kalan
ne kadar “bölge”, “ülke” varsa oralar insanını Kur’an ve sünnet temelinde
tutarak “Müfredat”ını, “Program”ını orada geliştirdi, pekiştirdi. Böylece Yesi,
Ahmet Yesevi’ye hem onu barındıran bir kutlu beşik; hem bildiklerini öğrencileri
üzerinde deneyerek tecrübeye dönüştürdüğü bir laboratuar; hem de ilk
“Hoca”sından aldığı “Emanet-i Peygamberî”yi bir dönülmez iman, sarsılmaz irade
ve hayat veren ideolojiye olarak bilediği ocak oldu. Mesajı Hoca Ahmet
Yesevi’nin dinî mesajı, İslâmiyet’in bütün zamanları, bütün mekânları kuşatan
evrensel yorumudur. Bu yorum etnik/ırkî, siyasî/dünyevî... emperyal
mülâhazalardan uzak; ilâhî vahyin bütün kıta’ları/ülkeleri kavrayan ve kapsayan
ebedî mesajıdır. Ahmet Yesevi, bu evrenselliği İslâmî hükümlerin kişi, toplum ve
ülkelerin kendi mahallî/millî şartlarına, ihtiyaçlarına; bu şart ve ihtiyaçların
gerektirdiği “maslahat” ve “ictihad”a göre değişkenliği prensibinde görür. Bu
aynı zamanda “Kur’an” ve “Sünnet”te öngörülen prensip ve usûldür. Kıyas/içtihat
ve farklı “Mezheb”lerin varlık gerekçesi de budur. Başka bir ifadeyle
İslâmiyet’in evrenselliğini sağlayan, mahallî şart ve ihtiyaçlara cevap verme
özelliğidir. İslâmiyet, bu suretle toplumların/ülkelerin tarihî,
millî/geleneksel şartlarına kolayca intibak etmiş; daha doğru bir ifadeyle
toplumlar/ülkeler tarih ve geleneklerinden, coğrafî şartlarından, siyasî
yapılarından doğan farklılıkları İslâmî hükümlerin değişkinliğine kolayca
intibak ettirmişler; böylece İslâmiyet zamana ve ülke/bölge, kültür
farklılıklarına uyum ve intibakını yani evrenselliğini sağlamıştır. Ahmet
Yesevi’nin yaşadığı dönemde İran dili, kültürü ve farklı İslâmî yorumu Uluğ
Türkistan bölgesinde de egemenlik iddiasında idi. Ahmet Yesevi, o dönemin Türk
aydınları “Arapça” ve “Farsça” yazarken, hitab ettiği Türk topluluklarına kendi
dilleriyle; Türkçe hitabetmiş; “Hikmet”lerini Türkçe yazmış/Türkçe söylemiş;
dinî yorumlarını göçebe ve yerleşik Türk topluluklarının kabûlünü
kolaylaştıracak sadelikte sunmuş ve ulaşabildiği insan gruplarının ve
toplulukların İslâm’a girmelerini kolaylaştırmıştır. Aslında bu, “Kur’an” ve
“Sünnet”te öngörülen mesajdır. Doğru Müslümanlığı temsil etti Onun önemli bir
hizmeti de, Müslümanlık yorumudur. Ahmet Yesevi, Kur’an ve sünnet temeline
dayalı, saptırılmamış arı-duru Müslümanlığın Türk kültür ve yaşayışı ile hayata
uygulanmış, yaşanmış yorumunun ilk temsilcisidir. İslâmiyet’in, mahallî şartlara
intibakı yoluyla, farklı kültür ve coğrafyalarda kolayca kabul görmesini;
denizaşırı/kıta’lar ötesi ülkelere yayılmasını sağlayan bu yorum, gerçekte
İslâmiyet’in evrensel yorumudur. İslâmiyet’i bir kabile, aşiret, bölge, kıt’a,
hatta küre dini olmaktan ötelere taşıyan bu yorum ve anlayışın sahipleri
çevrelerine hoşgörü ile bakmışlar; inanan-inanmayan herkese ellerini uzatmışlar;
gönüllerini açık tutmuşlar; yaratılanı-Yaratan hatırına hoş tutmuşlar; böylece
İslâmiyet’in çeşitli ırktan, kültürden topluluklarda kolayca kabul görmesini
sağlamışlardır. Ahmet Yesevi ve izleyicilerinin İslâm’ı tebliğ metodu sevdirici,
bütünleştirici, güler yüzlü bir metot idi. Cenab-ı Hakk’ın Nahl sûresi’nin 125.
ayetinde “Rabbının yoluna hikmetle, güzel sözle davet ediniz” ilâhî emrine uygun
olarak yaptığı tebliğlerine “Hikmet” denilmesinin bir sebebi de bu olmalıdır.
İslâmiyet’in Türk kavimleri arasında yayılmaya devam ettiği bir dönemde tercih
edilen bu yumuşak ve hikmetli üslûp, Müslümanlığı henüz tanımayan geniş halk
kitlelerinin İslâm’ı seçmelerini ve İslâm’a geçmelerini kolaylaştırmıştır.
İrtihali ve mirası Ahmet Yesevi, 1166 yılında Yesi’de vefat etmiştir. Doğum
tarihi kesin olarak bilinmediğinden kaç yaşında vefat ettiği de kesin olarak
belli değildir. Ahmet Yesevi’nin saygınlığı irtihalinden sonra da devam etmiş;
kabri bir ziyaretgâh hâline gelmiştir. Bugün Ortaasya’dan-Avrupa içerilerine
kadar uzanan Türk toprakları üzerinde Ahmet Yesevi kadar yaygın şöhreti olan bir
başka kişiyi bulmak zordur. Zira ilk Buhara’lı dervişten-Türk İstiklâl
Savaşı’nın manevî mimarlarına kadar bütün Türk gönül adamları onun evlâdı ve
varisleridirler. Allah’ın rahmeti onunla olsun.
Diyanet Aylık Dergi
(Sayı:159)