Kuruluşundan günümüze
kadar Orta Asya’da çok geniş bir bölgeyi etkisi altına alan ve varlığını
Anadolu’da da devam ettiren Yesevî tarikatının kurucusu Hoca Ahmed Yesevî’dir
[1].
Ahmed Yesevî’nin doğum
tarihi Hicri. V. (Miladi. XI.) yüzyılın ortalarına rastlar. Büyük Sovyet
Ansiklopedisi, onun doğum tarihini 482/1105 yılı olarak gösterir. Anılan
ansiklopediye göre o, Kazakistan’ın güney eyaletinin bugünkü merkezi olan
Çimkent şehrinin doğusunda bulunan Sayram ’da dünyaya geldi. Bir süre sonra
Yesi’ye göç ederek Sufîler arasına girdi ve çile çekmeye başladı [2].
Ahmed Yesevî’nin tarihî
kimliği hakkındaki belgeler çok az olmasına karşın, Türkler üzerindeki büyük
etkisi, çok sayıda araştırmacıyı bu konuda araştırma yapmaya sevk etmiştir.
Sonraları Türkistan
adını alan ve bugün de bu adla anılan Sayram kasabası, Ahmed Yesevî zamanında
dinî bakımından faal bir yerdi. Efsanelerde Uğur Han’ın başkenti olarak bilinen
bu şehir, Mâveraünnehr ’deki İslâm tasavvufunun merkezlerinden birisi idi. O
sırada orada Arslan Baba ve Şeyh Baba Aslan’ın şeyhliğini yaptığı bir de tarikat
mevcuttu.
Ahmed Yesevî, birkaç
yıl Türkistan’da öğrenim gördükten sonra Buhara’ya gitti. Bu dönemde
Selçukluların yönetimi altına girmiş olan Buhara, Mâveraünnehr ’in en büyük
İslâm merkezi sayılıyordu ve İslâm ülkelerinden gelmiş olan binlerce öğrenciye
ev sahipliği yapıyordu.
Hacegân silsilesine
mensup olması yüzünden Hoca (Hace) Ahmed Yesevî adıyla anılması ve Şeyh Yusuf
Hemedanî’nin öğrencilerinden olması, Ahmed Yesevî’nin bir mutasavvıf olduğunu
göstermektedir. IV. (X.) asırdan itibaren Horasan mütefekkirlerinin düşüncesinin
ürünü olan ve orada teşkilâtlanan tasavvuf, kısa sürede Orta Asya Müslümanları
arasına yol bulmuştu.
Hicri. V. (Miladi. XI.)
yüzyılın ortalarında Hoca Yusuf Hemedanî, Orta Asya’da tasavvufun önde gelen
ismi idi. Hoca Ahmed, Türkistan’da Arslan Baba’nın yanında bir süre tahsil
gördükten sonra Buhara’da Hoca Yusuf Hemedanî’nin yanında öğrenciliğe başladı.
Aynı dönemde Yusuf Hemedanî’nin aralarında bir tarikat kurucusu olan Şeyh
Abdülkadir Gilanî’nin de bulunduğu çok sayıda öğrencisi vardı. Bartold’a göre
Hoca Yusuf, dervişlik mesleğini Orta Asya’da yaygınlaştırdı ve onun öğrencileri,
İslâm'ın Türkler arasında yayılması konusunda önemli rol oynadılar.
Yusuf Hemedanî, din
öğrenimini Bağdat’ta gördü ve daha sonra Merv’e yerleşti. Orada Şeyh Ebu Ali
Ferimudî’nin önderliğinde Sufiye tarikatına girdi. Rivayetlere göre 10 bin defa
Kuran’ı hatmetti ve 37 defa Hac farizasını yerine getirdi. 1140 yılındaki
vefatından önce ölümüne değin yanında bulunmuş ve onun en seçkin öğrencileri
olmuş olan Ebu Muhammed Buharaî, Hoca Ahmed Yesevî, Abdülhalik Kayrevanî,
Abdullah Berrakî gibi büyük şahsiyetleri kendisine halife tayin etti.
Şeyhinin ölümü üzerine
onun makamına geçen Hoca Ahmed, Yesi şehrine geri dönerek orada görüşlerini
yaymak için faaliyete geçti. Kendine özel bir tarikat kurarak, bozkırda oturan
Kazakları ve Kırgızları etkisi altına aldı ve onlar arasında büyük bir itibar
kazandı. Yetiştirdiği dervişler, onun öğretilerini Türkistan’dan Volga
boylarına, Kafkasya’ya ve Anadolu’ya kadar geniş alanlara yaydılar. Adına
kurulmuş olan “ Yeseviyye ”veya “Yesevîlik” tarikatını günümüze kadar
yaşattılar.
İlk önce Seyhun
sahillerinde, Taşkent civarında ve Doğu Türkistan’da hızlı bir şekilde yayılma
gösteren Yesevîlik; Türk dili ve kültürüyle güçlendikten sonra da Mâveraünnehr
ve Harezmi bölgesine, oradan bozkırlara ve Bulgar mıntıkasına girdi. Bu hızlı
gelişim sonucunda Hicri VII. (Miladi XIII.) yüzyılda başta Hacı Bektaş Velî
olmak üzere müritleri tarafından Anadolu’ya taşındı. Orada varlığını Bektaşilîk
ve Nakşibendîlik tarikatları arasında devam ettirdi.
Şeyh Yusuf Hemedanî’nin
öğrencisi Ahmed Yesevî, bir yandan Horasan fikir akımlarının etkisinde kalırken,
diğer yandan da Doğu Türkistan ve Seyhun havalisinde varlığını sürdüren Şîa
akımının etkisi altında kaldı.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
tebligata başladığı devirlerde Doğu Türkistan’ın her köşesinde hankâhlar
kurulmuştu ve orada tasavvufa ve dervişlere gösterilen ilgi bir hayli fazlaydı.
Yesevî tarikatının en
önemli özelliği, tasavvuf kültürü ile Türkçenin bir araya getirilmesidir. Ahmed
Yesevî, İslâmî ilimler hakkındaki engin bilgisine ve İran edebiyatına olan
aşinalığına rağmen, düşüncelerini Türk kavimlerine tebliğ ederken, Türk halk
edebiyatından faydalanmış; tasavvuf hükümlerini açıklarken basit ve anlaşılır
bir dil kullanmış, görüşlerini Türk halk edebiyatına uyan üslup ve nazım
şekliyle ifade etmiştir. Onun en büyük eseri olan şiirlerine “Hikmet” adı
verilmiştir. Tarikatında bölgede yaşayan Türk kavimlerinin örf ve adetlerini göz
önünde bulundurmuştur. Nakşibendî taraftarlarının yazdıkları eserlerde onun
zikir meclislerine kadın ve erkeklerin birlikte katıldıklarını belirtmeleri
bunun bir sonucu olsa gerektir.
Ahmed Yesevî’nin sade
ve amiyane şiir türü, Türklerin oturdukları bölgelerde çok sayıda taklitçi
buldu. Şiirlerinin etkisini, yaşadıkları ülkelerde büyük bir itibar sahibi olan
ve şiirleri geniş halk kitlelerinin dillerinde dolaşan Hakim Ata, Abay, Mahtum
Kulî ve Yunus Emre gibi büyük şairlerin şiirlerinde kolayca
görebiliriz.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
“Divân-ı Hikmet” adı altında toplanmış olan şiirleri, dervişlerin faziletleri
ile ilgili methiyeler, Hz. Peygamber ve büyük İslâm sufîleriyle ilgili kıt’alar,
dünyanın durumundan şikâyet, kıyametin yaklaşması, cennet ve cehennem hikâyeleri
gibi konuları ele alır.
Bazı araştırmacılar,
Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’teki şiirlerin tamamını yazdığı konusunda şüphe
etmekte, onların, aynı üslup ve şekille, müritleri ve takipçileri tarafından
söylenmiş olabileceğini ileri sürmektedirler. Divan-ı Hikmet’in Hicri X. (Miladi
XVI.) yüzyıldan önceki bir nüshasının bulunmamış olmasını da bu iddialarına
dayanak yapmaktadırlar.
Bugüne kadar Divân-ı
Hikmet’in eski bir nüshasının bulunmamış olduğu doğrudur. 1929 yılında
Türkistan’a giden Gordlevskiy, orada deri üzerine yazılmış olan Divân-ı
Hikmet’in bir nüshasının Ahmed Yesevî’nin türbesinde bulunduğunu, fakat
sonraları kaybolduğunu söylediklerini anlatır. Her ne kadar Divân-ı Hikmet’in
Hicri X. (Miladi XVI.) yüzyıldan önceye ait bir nüshası bulunmamış olsa da onun
Ahmed Yesevî zamanında mevcut olduğunu karineler yoluyla söyleyebiliriz.
Fazlullah b. Ruzbihan Huncî, Mihmân-nâme-i Buhara adlı kitabında Yesevî’nin
türbesinde onun kitabını gördüğünü ve okuduğunu söylemiş ve onu tasavvufî Türkçe
bir eser olarak nitelerken adını ve manzum oluşunu belirtmemiştir.
Mihmân-nâme-i
Buhara’nın yazarı şöyle demektedir: “İlahî feyzin bu fakire ihsan ettiği
faydalardan birisi de Hazret-i Hâce-i Yesevî’nin- Allah aziz ruhunu kutsasın-
yazdıklarından bir kitabı okumuş olmamdır. Türkçe olan o kitapta ilimlerin
inceliklerini ve tasavvufun hakikatlerini buldum. Süluk’un maksatlarında,
hakikate kavuşma mertebelerini açıklamada; saliklerin menzillerini ve vasıl
olanların makamlarını belirtme konularında onun benzerini görmedim.”
Dambery, Melioransky,
Martin Hartmann ve Brockelmann gibi tanınmış müsteşriklerin bazıları da Divân-ı
Hikmet’in Hicri X. (Miladi XVI.) yüzyıla değil, Hicri V. (Miladi XI.) yüzyıla
ait bir eser olduğunu söylerler.
Her halükârda eldeki
nüshaların hiçbiri Yesevî’nin zamanına ait olmasa da Divân-ı Hikmet şiir
mecmuasının bazı şiirlerinin Yesevî’nin kendisine ait olduğuna şüphe yoktur.
Şiirlere o başlamış ve müritleri onları çoğaltılmışlardır. Şiirlerinden Hoca
Ahmed Yesevî’nin fikirleri, düşünceleri ve kişiliği hakkında bilgi edinmek
mümkündür.
Yesevî’nin hikmetleri
şu iki esas unsurdan meydana gelir: 1. İslâm, yani dinî ve tasavvufî unsur; 2.
Millî unsur yani eski Türk halk edebiyatı. Birinci unsur, tarikatın ideolojisini
ve ikinci unsur, Hoca Ahmed’in tebliğ metodunu ve şiirlerinin türünü
yönlendirmiştir. Bu durum, bu tarikatın Türk muhitinde bir Türk sufîsinin
kurduğu ilk büyük tarikat olmasına sebep oldu. Orta Asya’da büyük bir gelişme
gösterdikten sonra VII. (XIII.) yüzyılda Horasan’da Hayderiyye tarikatının, aynı
yüzyılın ikinci yarısında da Anadolu’da Babaî ve Bektaşî tarikatının ortaya
çıkmasında önemli bir rol oynamıştır.
Ehl-i sünnet tasavvuf
tarikatlarından sayılan Yeseviyye tarikatı, bütün sünnetleri, sünnet yerine
konan uygulamaları kabul etmiş, müritlerinin şeriat hükümlerini eksiksiz yerine
getirmelerini imanın şartlarından saymıştır. Görüşlerinin birçoğunun Nakşibendî
tarikatında yaşamış olmasına rağmen, Yesevî tarikatının kendine özgü inanç ve
görüşleri de vardır.
Yeseviyye tarikatının
temel hükümlerini; marifetu’llah, doğru sözlü olmanın iyiliği, fena fi’llah ve
tam tevekkül teşkil etmektedir.
Yeseviyye tarikatında
şeyhliğe ve rehberlik makamına ulaşmanın özel şartları vardır. Şeyhin,
ilmü’l-yakin, aynü’l-yakin, hakku’l-yakin, İslâm ilimlerinde derinlik, sabır ve
tahammül gibi makamlarını aşması gerekmektedir. Kemale erişmek arzusu ve zikir’e
katılma bu tarikatın gereklerindendir. Müritler için gerekli sünnetler ve iyi
ahlâk açıklanmıştır. Tarikat yolunun esasları; şeyhe saygı duymak, ona inanmak
ve eksiksiz tevazu göstermektir.
Yesevî tarikatının
uygulamasında önemli bir unsur, “halvet”tir. Halvetin süresi kırk gündür. Bu
süre zarfında müridin yapması gereken bütün görevler anlatılmıştır. Hatta
yenmesi gerekenler bile şeyhin iznine tabi tutulmuştur. Bu kırk gün kırk gecenin
çok ayrıntılı hükümleri ve çeşitli aşamaları vardır ki onların hepsini anlatmak
uzun sürer.
Bu tarikatta halvet iki
çeşittir: 1. Şeriat halveti, 2. Tarikat halveti. Ancak birinci halveti başarıyla
geçenler ikinci halvete girebilirler.
Hoca Ahmed Yesevî,
kendine özel kaidelere göre müritlerini muhtelif gruplara ayırmıştır. Onun 90
binden fazla müridi olduğunu ve belli merhaleleri geçen müritlerinin bir
kısmını, kendi halifesi olarak muhtelif yerlere gönderdiği
nakledilir.
Hoca Ahmed Yesevî,
müritlerinden başka bölge halkı üzerinde de büyük bir etkide bulunmuştur. Onun
hakkında nakledilen olayların bazıları efsaneye dayanır. Onun Hz. Peygamber’in
vefat yaşı olan 63 yaşına bastığı zaman hankâhında bulunan bir kuyuya girerek,
orada 130 yıl yaşadığını ve o süre zarfında çok sayıda keramet gösterdiğini
rivayet ederler.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
kabri, Türkistan’dan ve başka yerlerden dilekte ve adakta bulunmak için gelen
çok sayıda kişinin ziyaret yeridir. Ayrıca kabrinin etrafında özel törenler
yapılır. Bu törenlerin en muhteşemi, kış mevsiminin belli günlerinde
yapılanlardır.
Mihmân-nâme-i
Buhara’nın yazarı Hoca Ahmed Yesevî’nin kabrinin ihtiyaç sahiplerinin başvurduğu
yer olduğunu şöyle anlatmaktadır:
-
Ey zalimin gamına tutulmuş olan!
-
Yesî kutbunun eteğine yapış!
-
O, ölümsüzlük yolunun komutanıdır.
-
Yesi şahı Hoca Ağa Ahmed’dir o.
-
Onun dergâhı ihtiyaçların kabesi oldu.
-
Onun halveti, münacaat yeri oldu.
-
Kambur felek, onun avucundan su içmekte.
-
Melek onun yüzünden sırtına yeşil giyinmiş.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
kabri, Hicri VIII. (Miladi XIV.) yüzyılın sonlarında yani onun ölümünden
yaklaşık 230 yıl sonra Timur’un fermanıyla seçkin ustalar tarafından onarıldı.
Binanın Timur tarafından onartılması konusunda çeşitli hikâyeler anlatılmıştır.
Bunlardan birisi de şudur: Rivayete göre Timur’un fermanıyla Hoca Ahmed
Yesevî’nin türbesinin yeniden yapılmasına başlandığı zaman, birkaç defa zorlukla
karşılaşıldı. Türbenin binası biraz yükseldikten sonra aniden yıkıldı. Derken
bir gün Timur, Hoca Ahmed için görkemli bir türbe yapmak istiyorsa, önce onun
hocası Arslan Bab’ın kabrinin üzerine bir türbe yaptırması gerektiğini rüyasında
görünce hemen Arslan Bab’ın türbesini yaptırdı ve ondan sonra Hoca Ahmed
Yesevî’ninkine başladı.
Arslan Bab’ın türbesi,
Türkistan şehrine yaklaşık 30 km uzaklıktaki Farabî’nin doğum yeri olan ve halen
kalıntıları bulunan Otrar şehri yakınındadır.
Eskiden olduğu gibi
günümüzde de ziyaretçiler, Arslan Bab’ın kabrini ziyaret ettikten sonra Hoca
Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret etmek için Türkistan’a giderler.
Orayı ziyaret etmiş
olan Mihmân-nâme-i Buhara’nın yazarı, kitabında şunları söylemektedir (s.261):
“Yüksek kemeri göğe değen bir mescid, Beytü’l-Aksa’nın şeklini andıran görkemli
bir bina; sofaları, büyük abidlerin mabedlerini hatırlatmakta; kapıları, ibadet
edenlerin amellerinin yüzüne sevap kapısını açmaktadır.
-
Doğruluk yüzünden orada heves sahibine yer yoktur,
-
Yesi’deki Han camiine bak.
-
Onun kemeri, göğün kemerine eşittir.
-
Hatta gök, onun yanında alçak kalır.
-
Onun alanı, gök kemerinin alanı gibidir.
-
İçinde göğün adı mırıldanır.
-
Eğer sen ona Mescid-i Aksa dersen,
-
O, âlemin en uc köşesinde bulunduğu için yerinde söylemiş olursun.
Tebriz, Isfahan ve
Şiraz’dan gelip bu binayı yapan ve muhtelif yerlerini yazılarla işleyen
ustaların soyundan gelenler bugün de Türkistan’da yaşamaktadırlar. Türbe ve
yanındaki mescid, azamet bakımından Semerkand’daki Bibi Hanım Mescidiyle
karşılaştırılır. Türbenin içinde Abdü’l-Aziz Şerefeddin-i Tebrizî ustanın
yaptığı benzerine az raslanır bronz bir kazan bulunmaktadır. Boyu, orta boylu
bir insanın boyundan daha yüksek olan bu kazana bugün de ziyaretçiler adaklarını
atarlar (Hacı Bektaş türbesindeki kara kazan gibi). Bu noktada kazanın, Türk
kültüründe birliğin ve misafirperverliğin sembolü olduğunu hatırlatmak gerekir.
Çapı 2.45 m. ve ağırlığı 2 ton olan bu kazanın üzerine nakşedilmiş olan
dökümcülük, nilüfer çiçeği nakşı ve Arapça harfler, onun ustasının üstün
maharetlerini göstermektedir.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
türbesinin binası, kuru soğuklara, yakıcı güneşe ve sel ve zelzele gibi çok
sayıda tabii afete dayanarak yaklaşık altı yüzyıl ilk haliyle ayakta kaldı.
Bina, dıştan tek bir bölüm gibi görünüyorsa da aslında 8 bağımsız bölümü vardır
. Merkezinde büyük kazanın da bulunduğu ilk ve esas salonu çok görkemlidir. Bu
salonun sağ ve sol köşelerinde yatacak yerler vardır. Türbenin kümbetinin çapı,
18.2 m ve kabirden kümbetin uç noktası arasındaki mesafe 37.5 m.dir.
Yöre halkı, Hoca Ahmed
Yesevî’yi üç defa ziyaret etmeyi bir defa Hacca gitmekle denk sayar. Bu yüzden
çok sayıda ziyaretçi, büyük bir şevk içinde, yanlarında adakları ve kalplerinde
dilekleri olduğu halde Türkistan’a giderler ve oradan döndükleri sırada Hac
ziyaretinden dönmüş gibi karşılanırlar.
Hoca Ahmed Yesevî’nin
ölümünden sonra bazı kişiler, kendilerinin onun neslinden ve torunlarından
olduğunu iddia etmişlerdir. Onun İbrahim adındaki oğlunun kendisi hayattayken
vefat ettiğini göz önünde bulundurulacak olursak, sülâlesi kızı Gevher Hatun’dan
yürümüş olmalıdır. Son zamanlara kadar sadece Türkistan’da değil, Şeyh
Zekeriya-yı Semerkandî, Üsküplü Şair Ata (XVI. yüzyıl), Evliya Çelebi (XVII.
yüzyıl) gibi Osmanlı ülkesinde yaşayan çok sayıda şair ve yazar Hoca Ahmed
Yesevî’nin soyundan geldiklerini iddia etmişlerdir.
Son yıllarda
Kazakistan’ın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Hoca Ahmed Yesevî ile Türkistan
şehrine büyük önem verilmeye başlanmıştır. Günümüzde Türkistan şehri,
Kazakistan’ın manevî başkenti olarak telâkkî edilmekte olup, gelecek yılın
yazında bin beş yüzüncü kuruluş yıldönümü kutlanacaktır.
Bugünkü Kazakistan için
Türkistan şehri manevî değerinin yanında çok sayıda tarihî eserlere ve mekânlara
sahiptir.
Hoca Ahmed Yesevî,
Kazakistan için millî ve İslâmî benliğini tanıma aracıdır. O, Kazakistan’ı hem
Rus kültürü istilâsından hem de Mâveraünnehr, Özbekistan, Kırgızistan ve
Tacikistan gibi ülkelerde yaygın olan tarikatların etkisinden
korumaktadır.
Kazakistan devletinin
yanında Türkiye Cumhuriyeti devleti de Türklerin eski kültür merkezlerinden
birisi olarak kabul ettiği Türkistan şehrine büyük bir önem vermektedir.
Türkiye, büyük bir köyden farksız olan oraya, Hoca Ahmed Yesevî’nin türbesinin
yanına, giderek Orta Asya’nın en seçkin üniversitelerinden birisi halini almakta
olan Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesini kurmuştur. Halen Amerika,
Çin, Mısır, İran ve Pakistan gibi ülkelerden gelen hocalar bu Üniversitede ders
vermekte olup, Türkiye’den gelen 400 öğrenci ile 40 öğretim üyesi orada öğrenim
ve öğretimle meşguldür.
Daha önceleri Türk
ustaların ve işçilerin emekleriyle yapılmış olan Hoca Ahmed Yesevî türbesi,
bugün de Türk sermayesi ve ustaları tarafından yeniden onarılıp yapılmaktadır.
Yüzyıllardır Orta
Asya’nın hatta bütün Türk dünyasının tarihinde büyük bir rol oynamış olan Hoca
Ahmed Yesevî, hiç şüphesiz bundan sonra da Kazakistan’ın itikadî ve içtimaî
hayatında büyük rol oynayacaktır.
DİPNOTLAR
-
Bu kısım, Mehdi Senayî, Tarikat-i Yeseviyye ve nakş-i ân der gösteriş-i İslâm der Asyâ-yi merkezî, Nâme-i Ferheng, sayı: I (Tahran 1377ş. / 1998), s. 169- 175 adlı makalenin çevirisidir.
-
Ahmed Yesevî ve Yesevîlik hakkında geniş bilgi için bak. Fuad Köprülü: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. bs., Ankara 1976; Fuad Köprülü- W. Bartold: İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s.189-199; Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri: 26-27 Eylül 1991, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1992.