İslam Felsefesi Açısından Horasan Erenleri

İrfan GÖRKAŞ
Öğretmen


İSLAM FELSEFESİ VE FİKRÎ KÖKLERİ
İslam felsefesi, VIII. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında yer aldığı kabul edilen bir disiplindir. Disiplinin varlığı bir taraftan Batı’dan, diğer taraftan Doğu’dan yapılan tercümelere dayandırılır. Öncelik ise “yerli kaynak” adını verdiğimiz “Kur’an” ve “Hadis”e aittir.

İslam felsefesinin problemlerinden birisi, onun ne olduğu, bir başka deyişle tabirin ne ifade ettiğidir. Her şeyden önce iki kavram ve tamlama, kelime itibariyle İslam’ın felsefe yapması anlamına gelir. Bu şekliyle tabir, Descartes felsefesi, Eflatun felsefesi, Fârâbi felsefesi kavram ve tamlamalarındaki anlamı ifade eder. Ancak birinci kavramın İslam, yani bir din olması, felsefenin ise “insana ait bir ürün” olması bu anlamın kabulünün anlamsızlığını ortaya koyar.
Bazılarına göre tabir felsefenin “İslam”ı ele almasını, alınması gerektiğini ifade eder.[1] Bu anlamda o, bir din felsefesidir. Fakat din felsefesinden farkı “özel bir tek dinin, yani İslam’ın felsefesi olmasıdır. Onun bu anlamda kabul edilmesi, İslam felsefesinin “konu ve alan” bakımından daraltılması demek olur.
Üçüncü olarak o, umumiyetle bu şekilde kabul edilir, İslam Tarihi, İslam Sanatı, ... gibi örneklerdeki anlamı ifade eder. Yani İslam felsefesi, bir medeniyet felsefesidir.[2] İslam, bu medeniyet içersinde yer alan, ona katkıda bulunanları ifade eder. İslam medeniyetine katkıda bulunanların başında da Türkler,Araplar, Farslar,... gelir. Bu açıdan İslam felsefesinin fikrî kökleri içersinde Türk düşüncesi, Arap düşüncesi, Fars düşüncesi,... gibi düşünceler yer alır. Bu sebeple o, bazılarının kabul ve iddia ettiği gibi tek bir millet ait felsefe değildir. İslam felsefesi bir bütün olarak bir millete mal edilemez ve edilmemelidir. Bir millete ait felsefe ancak İslam felsefesinin bir bölümü-cüz’ü olur.
YAZILI TÜRK DÜŞÜNCESİ
İslam felsefesinin fikrî köklerinden olan Türk düşüncesinin pek çok problem alanı vardır. Bu alanlardan birisi, onun, yazılı ve şifahî olmak üzere iki düşünce geleneğine sahip olmasıdır. Birinci gelenek Türk düşüncesinin “yazılı”, ikinci gelenek “sözlü” anlatımla aktarılma geleneğidir. Yazılı metinle aktarılan Türk düşüncesinin Tarihsel gelişmeye bağlı olarak farklı alfabeler ve farklı dillerde ortaya konduğunu biliyoruz. Bu durum onun tarihsel gelişmesinin, sürekliliğinin engeli, günümüzde ilgilenilmesinin, üzerinde çalışılmasının sebebidir. Fakat biz burada “yazılı Türk düşüncesi-felsefe” alanına girecek değiliz. Asıl üzerinde duracağımız konu bu alan dışındaki “sözlü Türk düşüncesi” alanıyla ilgili olmalıdır.
İslam tefekkürü tarihinde Türk coğrafyasına bağlı olarak Türk düşüncesini ihtiva eden iki ekolden bahsedilir. Biri “Maturidî”, diğeri “Yesevî” ekolüdür.
Maturidî ekolünün kurucusu nisbesini, Semerkand dolaylarında küçük bir yer olan Maturid’den alır. Orada doğar. Semerkand ’daki Hanefî mektebinin istikametinde “fıkıh” okur. 333/944’te vefat eder. Doğum tarihi bilinmez. Fakat 256/870[3] veya 248/862[4] gibi IX.asrın ikinci yarısındaki birbirine yakın tarihlerde doğduğu tahmin kelam, fıkıh ve tefsir alanlarında eserleri olduğu kabul edilir. Saman oğulları’nın hakim olduğu bölge, sakin ve ilim için müsait bir muhittir. Ama halifelik merkezinden uzaktır. Maturidî’nin merkeze uzak, hilafetin doğu bölgesinde yaşaması, kendisinden bahsedilmesi gereken pek çok eserde sükut edilmesine sebep olur.[5] Watt’a göre bu sükutun bir sebebi de Hanefilerin mezhepler tarihi tetkikine ve kendi mekteplerinin önde gelen mensuplarının hayat hikayelerine dikkat etmemeleridir. Maturidî ve Maturidî ekolün karanlıktan çıkışı, Hanefilerin Selçuklu ve Osmanlı desteği ile İslam topraklarının merkezinde ehemmiyet kazanmalarıyla mümkün olabilmiştir. Hilafet merkezinde hakim ekol, Eşarilik’tir. Eşariler’in Maturidî’ye yer vermesi ancak VIII/XIV.a sırda Taftazanî ile başlayabilmiştir.
Maturidilik’in evveliyatı yukarıdaki satırlardan anlaşılacağı gibi, Hanefiliktir. Kurucusu Ebu Hanife Numan b. Sabit (80/697-150/767) tir. O yaygın olarak ne kadar fıkıh mektebinin reisi kabul edilirse, el-Fıkhu’l-Ekber, el-Vasiyye gibi eserleriyle de en az o kadar İslam tefekküründeki yerinin ehemmiyeti itiraf edilir. Çünkü o, İslamî tefekkürün oluşum dönemindeki mümtaz simalarından biridir.
Hz. Peygamber’in vefatıyla gündeme gelen, Hz. Osman’ın şahadetiyle gelişen, insanları etkileyen meselelerin başında “siyaset-halifelik” sorunu gelir. Halifelik sorunu, toplumda kargaşaya, gruplaşmalara, hatta savaşlara sebep olur. Pratik hayattaki bu sorun teorik hayatta görünür, tartışmalara yol açar. İman, iman-amel ilişkisi, insan fiilleri ... gibi konular halifelik meselesinin bir sonucu olarak tartışma mevzuları arasında yer alır. Bu tartışmalara taraf olanlar üç ana grupta toplanabilir.
Birincisi “İsyancılar”dır ki “Hariciler” olarak adlandırılır. Onlara göre fiil, yani amel, imanın bir parçasıdır. Dolayısıyla “kötü fiil-büyük günah” sahibi bir kimse imanını kaybeder. Kafir olur. Sonuç önermenin iki anlamı vardır. Birinci anlam, imanını kaybeden kötü fiil sahibi yöneticiye karşı “silahlı eylem”e girişmenin mazeretini teşkil etmesidir. Bu dini bir yükümlülüktür. İkinci anlam, aynı zamanda birinci anlamın sonucu ve tamamlayıcısı olmasıdır. Bu anlam, kötü fiil sahibinin toplumdan-ümmetten çıkarılmasıdır.
Çıkışı itibariyle isyancılardan sayılabilecek bir grup da “Taraftarlar-Şia”dır. Onların isyanı “üstün” kabul ettikleri halifenin hakkının, önceki halifelerce engellenmesini hatta gaspını anlatır. Halifelerin idareye geliş “keyfiyeti”ni hedef alır, takip edilen idareye geliş keyfiyetine karşı çıkarlar.
Tartışmanın ikinci tarafı Sünnete riayet edenler, sünneti takip edenlerdir ki “Ehli Sünnet” olarak adlandırılırlar. Onlara göre halife tayinle değil seçimle yönetime gelir. İçlerinde Ebu Hanife vardır.
Eş’arî’nin verdiği bilgiye göre Ebu Hanife “iman”ı, Allah’ı bilmek-marifet ve Allah’ı ikrar ile resulü(Hz. Muhammed’i) bilmek ve onun Allah’tan getirdiği vahyi ikrar etmek, olarak tarif eder. Yine “iman, cüzlere ayrılamaz, artıp eksilemez ve insanlar iman konusunda birbirlerinden üstün değillerdir.[6] İmanla ilgili önermelere bakılırsa Ebu Hanife’ye göre iman: bilgi-kabul-açıklamadan ibarettir. Yani iman, marifet-tasdik-ikrar safhalarından oluşur. Temelinde bilgi yer alır.[7] İman bilgiye dayalı olarak gerçekleşir ve ikrar ile “topluma katılım” ilan edilir. Yine iman, iman olma bakımından aynıdır. Kişilere göre farklılık arzetmez ve bölümlere ayrılamaz.
Bilgiye dayalı imanın gerçekleşmesi, bu gerçeğin ilanı bir topluma katılımı ifade eder. Bu bakımdan bütün insanlar aynıdır. Dolayısıyla iman etme bakımından imanların aynılığı “ümmete mensubiyeti” ve bu mensubiyette farklılıkların olmadığını gösterir. Bir başka deyişle iman, insanı toplumun-ümmetin mensubu kılan şeydir. Bu açıdan onun parçalanması toplumun parçalanmasını getirir. Buna göre Ebu Hanife, parçalanmanın karşısında yer almaktadır.
Fıkh-ı Ekber’de Ebu Hanife “biz, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin işi hakkındaki kararı Allah’a bırakırız. Her hangi bir kimseyi günahları yüzünden bir kafir(mükeffiru) olarak ilan etmeyiz ve kimseyi imandan dışarı çıkarmayız.” demektedir. Bu ifadeleri sebebiyle o, Eş’ari tarafından “sapık bir mürciî” olarak nitelendirilir. Halbuki Ebu Hanife’nin ircaında, yukarıdaki sözlerinden de anlaşıldığı gibi, sapıklık değil “edep ve saygı” vardır. Eş’ari bu nitelendirmeyi “mutezilî” döneminde yapar.[8] IX.yüzyıla gelindiğinde Vasiyye’de yer alan “Muhammed ümmetinin günahkarları-âsûn-kafir değil, tamamen mümindir fikri benimsenir. Neticede fiille ilgili ifadelerden hareketle Ebu Hanife’nin önce “irca”, daha sonra kötü fiil sahibinin “mümin” olduğu fikrine ulaştığını söyleyebiliriz.
Tartışmaların üçüncü tarafı “Ayrılanlar”dır ki “Mutezile” olarak adlandırılırlar. Onların ayrılmaları da bu konuyla ilgilidir. Onlara göre kötü fiil sahibi ne mümin, ne kafirdir. O ikisi arasında bir yerdedir. Yani “fâsık”tır. Bir başka deyişle büyük günah işleyen belki ümmetin dışında değildir ama içende de sayılamaz.
Her üç grup birlikte değerlendirildiğinde ulaşılan sonucun temelde “değer tartışması” olduğu görülür. Birinci ve üçüncü gruba göre kişisel tavırlardaki değişmeler “değer değişmesi”nin bir sonucudur. Birinciye göre ilk değer “inkar-red” edilmiş, yerine bir başka değer kabul edilmiştir. İkinci yani üçüncü gruba göre kişinin sözlerinden yeni bir değer kabul ettiği sonucuna ulaşılamasa da davranış değişikliğinden, ilk değerin olmadığı sonucuna ulaşılabilir. Aksi halde davranışlarda bir değişme olmaması gerekirdi. Buna göre birinci grubun fert açısından çok sert, toplum açısından parçalayıcı özelliğini, üçüncü grubun yumuşattığı fakat temelde bu fikrinden vazgeçmediği görülür.
İkincisine göre kişi davranışlarındaki değişmeler temel değerlerin değişmesi veya “inkar”ıyla ilgili değildir. Eğer böyle kabul edilirse ulaşılacak sonuç, o değerlerin oluşturduğu toplumun parçalanması, nihayet yok edilmesidir. Toplumun parçalanması ve yok edilmesi ise değerlerin hayatiyetinin yok edilmesi anlamına gelir. Halbuki davranış değişmesi değer değişmesinin bir sonucu olabileceği gibi değer değişmesi olmadan da davranış değişmeleri meydana gelebilir. Bu demektir ki değer-davranış arasında, sebep-sonuç ilişkisi bakımından her zaman “tek tip ve zorunlu” bir sonuçtan(determinizm) bahsedilemez. Temel toplum değerleri, toplumu parçalayacak şekilde kullanılamaz. Zira fertlerin davranışlarındaki farklılıklar, toplum değerlerini yok edemez, etmemelidir. Kişisel davranış farklılıkları her zaman değerlerin reddinden kaynaklanmaz, “değer reddi” ile de izah edilemez. Bu sebeple Ebu Hanife’nin içinde bulunduğu ikinci grup fert-insan planında “hoş görülü-müsamahalı”, toplum planında “bütüncü”dür.
SÖZLÜ TÜRK DÜŞÜNCESİ
İslam felsefesinde Türk düşüncesinin sözlü geleneği “Horasan erenleri” ile söz konusu edilir. Türk düşüncesinin bu geleneği “sözlü bilgi”yi ifade eder. Sözlü bilgiyi öğrenme ise çıraklıktan, yani müritlikten geçer. Yöntemi ise dinleme, dinleneni tekrarlama, ata sözlerine ve bunların yeniden tertiplenmeye hakim olma veya kalıplaşmış deyişlerle özgün deyişler oluşturma, ortak geçmişe tek vücut olarak bakıp katılmadır.[9]
Horasan erenleri tabiri Ahmed Yesevî bağlıları için kullanılır. Onların sayısında muhtelif rivayet vardır. Bir rivayete göre doksan dokuz bin, bir diğer rivayete göre on iki bindir. Yine rivayete göre bağlıların on iki bini Yesevî’nin yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini uzak ülkelerdedir. Bunlara ilave olarak Horasan erenleri XIII.yüzyıl Anadolu Selçukluları devrinde kendisinden en çok söz edilen topluluktur.[10] Tarihçilerin en çok söz ettiği yönleri ise “Velayet-meab, keramet-iktisap” yani “kamil” birer insan olmalarıdır.[11] Onlardan Anadolu’ya gelenler arasında adı geçenler ise Niyazabad’da Avşar Baba, Merzifon’da Pir Dede, Karadeniz-Batova’da Akyazılı, Filibe yolu üzerinde Ada tepe’de Kıdemli Baba Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Abdal Musa, Unkapanı’nda Horaz Dede,[12] 600/1203-4’de Anadolu’ya gelen Bozok sancağı civarında Osman Dede tekkesini yaptıran Emir Çin Osman, Zile’de Şeyh Nusret, Tokat’ta Gajgaj Dede’dir.[13]
Hacım Sultan Velayetnamesi’ne göre Hacı Bektaş’ta bir Horasan ereni, yani Yesevî bağlısıdır. Hacı Bektaş Velayetnamesi ve Künhü’l-Ahbar’a göre ikisi arasında “Lokman Perende” vardır.
HORASAN ERENLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Anadolu’ya intikal eden Horasan erenlerinin, vesikalara-menkıbelere göre şu hususiyetleri göze çarpar.
  • Perendelik: Perende “uçan” demektir. Perendelik, zahir ve batın ilminde derinleşme ve neticede bazı olgu ve olaylarda “tasarruf” sahibi olma demektir.
  • Alp-gazi: erenlerin “taç, kılıç, tuğ ve alemleri vardır. Onlar savaşlara giderler. Zaman zaman esir düşerler.
  • Şahin, doğan gibi hayvanların formuna-kıyafetine girer, Gazi-Alplere yardıma gider, belde halkını İslam ederler. Bir başka deyişle “tay-i mekan”dırlar. İslam’ın tebliğcisi ve öğreticisidirler.
  • Onlar “öğretme” konusunda “görevli”dirler. Görevli olduklarına dair “tac, hırka, sofra ve seccade”den oluşan “emanetler”e sahiptirler.
Taşıdıkları özelliklere göre hem “savaşçı”, hem İslam dininin “temsilci”si ve “öğretici”si Horasan erenlerine bu görevi kim veya kimler verir? Onları kim veya kimler yönlendirir?
Horasan erenlerini yönlendirenler veya görevlendirenlere geçmeden, “tasavvuf ve hareketleri” üzerinde durulması gerekir.
TASAVVUF VE KARAKTERİ
Tasavvuf İslam dünyasının tarih bakımından ortaya çıkan ilk fikir akımı olarak bilinir ve kabul edilir. Tasavvuf, “sufi” adı verilen ahlakçı ve dindar düşünürlerin sistemine verilen addır. [14] Bu sistemde gaye samimi dindarlık ve ahlaktır.
Ortaya çıkan bu ilk fikir akımı “zahidler hareketi” olarak da adlandırılır.[15] Zahitler hakikate-sırlara inanç yolu, sevgi metodu ve her tür maddi alakalardan temizlenmek suretiyle ulaşılacağı fikriyle ortaya çıkmışlardır. Bu İslam’ın idealist karakteridir ve istilacı-opportuniste karakterine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.[16] Bu reaksiyon hareketi, temelini medenî ayetlerde bulan “teşkilatçı ve yeryüzünü fethetmek isteyen anlayışa ve bu anlayışın getirdiği maddi imkanlara karşı, Mekkî ayetlere dayanan “mistik karakter” üzerinde duran bir anlayıştır. Horasan erenlerinde her iki karakteri de bulmak mümkündür.
Burada hemen üzerinde durulması gereken, zaman zaman biri diğeri yerine kullanılan iki kavramın belirlenmesidir. Bunlar sufî-mutasavvıf kavramlarıdır. Türediği kök kelimenin anlamı ne olursa olsun basitçe ifade edersek sufî,, “yaşayan”; mutasavvıf, tasavvuf ilmini bilen, teorisini yapan kişidir.[17]
Sufî olarak adlandırabileceğimiz zahitler hareketi, tasavvufun ilk döneminde vuku bulur. İslam-Arap imparatorluğunun dünyevî bir saltanat halini alması, israf ve safahatın ön plana geçmesi zahidî reaksiyonu ortaya çıkarır. Tasavvufun bu reaksiyonerliği, tarihi boyunca onun en önemli niteliği olur.
Zühd hareketi, Haris Muhasibi (781-837) ye kadar sürer. Muhasibi’ye kadar sufiler, Allah korkusu ve Allah sevgisinden bahseder, evrene karşı menfi tavır takınmayı, ondan uzaklaşmayı ifade ederler.
TASAVVUFUN KISIMLARI VE MEKTEPLERİ
Tasavvuf iki kısma ayrılır. Ahlak ve Tevhid.[18] Pratik ve teorik de diyebiliriz. Tasavvuf zühdden doğduğu için pratiktir, teorisi oradan çıktığından ilk büyük mutasavvıflar hem zahit, hem sırrı tecrübe sahibi, hem de nazarî izah sahibidirler.
Doğduğu merkezlere göre tasavvuf hareketini üçe ayırabiliriz.
1.Kufe,
2.Basra,
3.Bağdat tasavvuf hareketleri.
İslam’ın yayılmasıyla bu merkezlere “Horasan Mektebi” katılmış, Anadolu’ya da mutasavvıflar, Moğol istilası ile gelmişlerdir.
Basra mektebinde yetişen en büyük mistik-mutasavvıflardan bir kaçı Hasan Basrî, Zünnun Mısrî, Abdülhamid Zeyd ve Antakî’dir.
Hasan Basrî zühd tavrına ilave olarak, büyük günahı reddeder. Ebedi olarak cehennemde yanmayı kabul etmez.[19] İnsan hürriyeti konusunda Mutezile ile Cebriye arasında yer alır. Hürriyeti kabul eder, fakat onu ilahî bir yakîne bağlar. İmamî-Haricî, Ali-Muaviye ihtilafında tarafsız kalır. Bu sebeple tevfiz-rıza düşüncesinde fatalizme kapı araladığı iddiasıyla hücuma uğrar.
Bağdat mektebinde yetişenler Maruf Kerhî, Cüneyt, Haris Muhasibî gibi mutasavvıflardır.
HORASAN-TÜRKİSTAN MEKTEBİ
Muhtelif medeniyetlerin temas noktasında meydana gelmesi mektebin en önemli niteliklerinden birisidir. Yetiştirdiği sufi mütefekkirlerden tespit edebildiklerimiz şunlardır.
İbn Kerram (190/830-255/895), mektebin ilk büyük mütefekkiridir.
Kerram, “mümkünü zaruri, immanantı transcendant” ile izaha çalışır. Ona göre Allah alemden ayrıdır. Allah zaruri ve mütealdir. Alem mümkün ve mündemiçtir. Allah alemin prensibidir. Bütün hadiseler Allah’ın zatında zuhur eder, fakat ondan ayrıdır.
Kerram’ın İslam felsefesine katkılarının başında, onu Doğu Horasan’dan, Afganistan’dan Hind’e kadar yayması başta gelir.
HakimTirmizî (ö.258/898) İslam felsefesi üzerinde tesirleri bulunan bir başka mutasavvıftır. Tirmizî “alem-i Kübra ve alem-i suğra” ile Farabi’ye, kelimelerin “sırrî-derunî anlam”ları olduğu fikriyle İbn Arabî (1165-1240)’ye ve Bektaşilik’e tesir etmiştir.
Ahmed Yesevî
Horasan erenleriyle ilgili olarak kendisine yer verilmesi gereken, hatta zaruri olan bir başka isim Ahmed Yesevî’dir. Çünkü o, Horasan ortamında yetiştiği gibi Anadolu’ya gelen Yesevî erenleri de Horasanlı olarak nitelendirilirler.
Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi bilinmez. Tarihler hayatıyla ilgili çok şey söylemezler. Daha sonraki dönemler dikkate alınmazsa Yesevî’nin hayat hikayelerine yer verenler Reşehat Ayni’l-Hayat sahibi Hüseyin Vaiz Kaşifî, Cevahirü’l-Ebrar müellifi Hazinî gibi menakıp yazarları veya velayetname müellifleridir.
Ahmed Yesevî “Akşehir” de denilen “Sayram”da doğar. Babası Şeyh İbrahim vefat ettiğinden yedi yaşında öksüz olarak ablası Gevher Şehnaz’ın elinde kalır. Menkabeye göre Yesevî adı, daha küçük yaşta “Karacuk” dağını ortadan kaldırması ile Türkistan hükümdarı “Yesevî” tarafından “iltifat” olması için verilir.
Türkistan(Yesi)da bulunduğu sırada, Hz. Muhammed’in sahabesinden olan Arslan Baba’dan, dört yüz yıldır sakladığı, Allah Rasulü’nden aldığı emaneti sorar ve alır.
Arslan Baba’dan sonra o, Buhara veya Semerkand’da Şeyh Yusuf Hemedanî (1049-1140) adlı büyük alim ve mutasavvıfın yanında görünür. Tefsir, hadis, ... gibi zahir ilimlerde üstün ve sağlam bir Hanefi alimi olan Hemedanî, sünnete dayalı, zengin ve engin bir tasavvuf hazinesine de sahiptir.[20] Üçüncü halifesi olarak Yusuf Hemedanî’nin yerine geçen Yesevî, aldığı manevi işaretle yerini, Abdülhalık Gucduvanî (ö.1220)’ye bırakarak Yesi’ye döner. Genellikle kabul edildiği şekliyle 1166’da vefat eder.
Yesevî ile ilgili anlatılanların başında, altmış üç yaşına geldiğinde yerin altında bir hücre yaptırması ve hayatının geri kalanını orada geçirmesi gelir. O bunu, Hz. Muhammed altmış üç yaşında vefat ettiğinden kendisinin de yer üstünde ondan fazla kalmayı ona muhalefet saydığından, ona benzemek isteğiyle yapmıştır.
O boş zamanlarında tahtadan kaşık-kepçe yapıp satarak geçinir. Soyunun Hz. Ali’ye ulaştığı söylenir. Bu mensubiyeti ifade etmek için “Hace” lakabıyla anılır.
Fahrettin Olguner’in ifadesiyle, aslında Hace Ahmed Yesevî’nin başarısı, kurduğu tarikata girenlerin, ya da ona doğrudan doğruya mürit olanların sayısında değil, onun başarısı, onun meydana getirdiği ve İslam dünyasının aşağı yukarı yarısı yakınına hâkim olan zihniyettir. Ve bizce bu, çok daha önemlidir. Bu zihniyet, dine Sünnî-tasavvuf açısından bakma zihniyetidir.[21]
Olguner’e göre teferruat paranteze alınırsa dünyaya ve insanlığa bakan iki zihniyetin var olduğu görülür. Birisi insanın insana hakimiyeti demek olan zihniyettir. Bu zihniyete göre insan tabiatı-yaratılışı itibariyle kötüdür, kötüye meyilli, istismara hazırdır. O zalim, gaddar ve kan dökücüdür. O kin ve intikam, kıskançlık ve öfke gibi duygularla dopdolu ... bir varlıktır.
Bu zihniyete göre mademki insan menfi karakterlerle-şer güçlerle dopdolu bulunmaktadır. Şu halde mal, para, kadın, ırz, iffet, ... gibi bir takım “değerler” ona emanet edilemez. İnsanlar, onlarla yalnız başına ve kontrolsüz bırakılamaz. Bu insanın anlayacağı tek dil, kuvvet ve ceza, sonuç olarak “korku”dur. Öyleyse insan, bir takım sosyal müesseseler, kanunlar ve müeyyidelerle sımsıkı ve kıskıvrak bağlanmalıdır. İşte bu takdirde ancak, insanı korumuş, onu kötülüklerden kurtarmış oluruz. İşte bu totalitarizm, komünizm, sosyalizm, ... gibi isimlerle ortaya çıkan cereyanların altında yatan zihniyettir.
İkinci zihniyet insanın insandan korunduğu ve yardım gördüğü zihniyettir. Bu zihniyete göre insan mürekkep-kompoze bir bütündür. Menfi güçlere mukabil insanda, adalet, merhamet, sabır, mülayemet, iffet, muavenet, ... gibi duygularla dolu, müspet karakterli ve adına “ilahî nefis” veya “ilahî ruh” denilen bir “güç kaynağı” da bulunmaktadır. İnsanda bu gücün hakimiyet kazanması, insanın otokontrole geçmesini sağlar ve bu takdirde ancak, insanın menfi güçlerinin onu yoldan çıkarması mümkün olmaz. Suç ve istismar konuları olan para, mevki, kadın, erkek, ... nin ortada bulunması insana kötülük yaptıramaz. Fakat bununla birlikte insanlar içinde otokontrole-iç murakabeye hiçbir zaman ulaşamayacak kimseler olacaktır. İşte ceza kanunları, insana fazilet kazandırmak için değil, faziletle yaşamakta ve yaşayacak olan kişiyi ve kişileri bunların kötülüğünden-şerrinden korumak için bulunacaktır.
Ahmed Yesevî, zihniyeti ve tarikatının gereği yaptığı “zikir” ve “meclisleri” sebebiyle eleştiriye uğrar. O bu eleştiriye müritleri arasından seçtiği Celal Ata’nın elinde ağzı kapalı bir hokka ile cevap verir. Hokkayı açan eleştiriciler hokkanın içinde yan yana “ateş” ile “pamuk”un durduğunu, ateşin sönmemiş, pamuğun yanmamış olduğunu görür ve Yesevî’nin hakîmce verilmiş edebî cevabını anlarlar.
Anadolu’daki tasavvufu ve hareketlerini etkileyen, burada belirtmemiz gereken iki isimden birisi Necmeddin Kübra, birisi de Muhyiddin b. Arabî’dir. Anadolu öncesi Türk coğrafyası veya Horasan erenleri açısından etkili olanı ise Necmeddin Kübra’dır.
Necmeddin Kübra
Necmeddin Kübra (ö.618/1221), Harezm’in Hayvek-Hivek köyümde doğar. Hadis ilminde derinleşir. İsmail Kasrî (ö.589/1193) den ve onun işaretiyle Ammar b. Yasir (ö.582/1186) ve Ruhban Kebir Mısrî (ö.584/1188)den ders alır ve Harezm’de irşad görevi üstlenir.[22] Cengiz orduları Semerkant’a yaklaştıklarında, Celaleddin Harzemşah kaçtığında, arkadaşlarını toplar ve “Artık diyar-ı Rum’u irşad etmelerinin mukadder” olduğunu söyler. Kendisi Moğollarla savaşır ve şehid olur.
Necmeddin Kübra kendisi Anadoluya gelmez. Öğrencileri ve fikirleriyle XIII.yüzyıl Anadolu tasaffuf hareketlerine tesir eder. Onun tesiri Mevlana Bahaeddin Veled ve Necmeddin Daye vasıtasıyla gerçekleşir. Ayrıca yüzlerce talebe ve müridinin Anadolu’ya geldiği kabul edilir.
Necmeddin tarikatının on ameli esasından birisi “sema”dır. Semanın yani musiki ile yapılan dinî raksın Necmeddin’e göre üç kaidesi vardır. Elverişli zaman, mekan ve ihvan. Ona göre sema arkadaşları, yani ihvan, “nebi sesli ve aynı düşüncede” olmalıdır. “Manevi zevk” ancak bu durumda mümkündür. Necmeddin kitaplarında onlu tasnif kullanır. On sayısı ise Ülken’e göre Türkmenler’in yani “Onoğuz”ların adları olup “uğur” ve “yetkinlik” alametidir.
Kübreviyye’nin seması Ahmed Yesevî’nin “zikir meclisleri”nde olduğu gibi bütün eleştirilere reğmen Anadolu’ya intikal eden ve Mevlevilik’te mükemmelleşen bir tasavvufî Türk geleneğidir.
HORASAN ERENLERİNE ATFEDİLEN NİTELİKLER
Horasan erenlerinin menakıpnamelerinden ve devrin tarihsel kayıtlarından onlara ait olduğu iddia edilen hususiyetleri şu şekilde tespit edebiliriz.
1.Horasan erenleri rehber oldukları kitleden yüksek seviyeyi temsil etmezler. Pek çoğunun okuması-yazması yoktur. Horasan bölgesinde öğrendiklerini öğretirler.[23]
2.Onlar haricî, Batınî, ibahî, rafızî hatta dinsizdirler. Devlete karşı isyan içersinde ve başıbozukturlar.[24]
3.Haricî kıyafetleriyle “Türk Şamanlarını hatırlatırlar. Batınen “hulul” ve “ittihad” fikirlerine sahiptirler.[25]
4.Onlar(Babalar), eski Türk Şamanlarının “haricen İslamlaşmış” bir devamıdırlar.[26]
5.Alevî ve heteredoxturlar, taassuptan uzaktırlar. Mahrematı mubah addederler. Göçebe veya yarı göçebedirler. Eski Şamanların varisleri, eski dinlerin “büyücü rahipleri”dirler.[27]
6.Dünyevî kayıt ve alakalardan tamamen azadedirler, geleceği düşünmezler.
7.”Tecerrüdü, fakr ve tese’ülü, melameti” şiar edinirler. Hedef-i melamet için saçı, sakalı, kaşları kazıtmayı (çar-ı darb), dinin tekliflerine karşı mübalatsızlığı ihtiyar edinirler.
8.Sufî düşünce ve tecrübelerine kabiliyetsizdirler. Aşağı tabakadandırlar. Panteist itikada, yani “devr-ü seyran, hulul ve tenasuh” gibi inançlara sahiptirler.
9.Kendilerine has “bayrakları ve “dünbelekleri vardır. Kalabalık kitleler halinde şehir şehir dolaşırlar.[28]
Tespitlerden hareketle Horasan erenlerine atfedilen nitelikleri üç temel noktada toplayabiliriz. Birincisi eğitim seviyeleri, ikincisi dış görünüşleri, üçüncüsü ve bizi de asıl ilgilendiren yönü olan düşünce dünyalarıdır.
Horasan erenlerinin birinci temel niteliği, sufi çevrelerinin sahip olduğu nitelikten farklı değildir. Bir mutasavvıf sufi kültür ve geleneklerini aktarırken hiçbir zaman karşısındakinde yüksek eğitim seviyesi aramaz. O herkese hitap eder.
İkinci temel nitelik diğer sufi çevrelerden farlılıktır. Bu farklılık onun İslam öncesi kimlik ve kültürüyle alakalıdır. Bu farklılık, sufi çevrelerdeki diğer milletlerin farklılığından ayrı değildir. Asıl ele alınması ve değerlendirilmesi gereken temel nitelik düşünceyle ilgili olanıdır. Bu nitelik haricî, batınî, ibahî, rafızî, dinsiz, başıbozuk, hulul, ittihad, haricen islamlaşma, şaman, heterodox, büyücü rahip, tecerrüdü-fakirliği-dilenciliği-melameti şiar edinme, dinin tekliflerine karşı mübalatsız, panteist yani hulul, tenasüh gibi inançlara sahip,sufi düşünce ve tecrübeye kabiliyetsiz ... gibi kavramlarla belirtilmektedir.
Bu nitelikle ilgili “tavsif ve değerlendirmeler”e baktığımızda Horasan erenleriyle ilgili iki tür çelişkinin varlığını görüyoruz.
Birinci çelişki menkabelerden yansıyan fenomen ile tarihçilerin izafe ettiği fenomen arasındadır. Menkıbe fenomenine göre Horasan erenleri, “gaza-cihad”la meşgullerdir. Tarihçi fenomenine göre devlete karşı “isyancı-yani haricî” ve “başıbozuk”turlar. Yine menkabelere göre onlar İslam’ın temsilcisi ve tebliğcisidirler. Bununla “görevli”dirler. Tarihçilere göre “haricen-ismen” İslamlaşmışlardır. Ayrıca dinin tekliflerine karşı mübalatsızdırlar. Hulul ve tenasüh gibi fikirlerin sahibidirler.
İkinci çelişki tarihçilerin kendi eserlerindeki çelişkidir. Tarihçilere göre Türklerin İslamlaşması, Türk inanışları ile İslam itikadının büyük ölçüde benzerliği sebebiyle, baskı ve zorlama-kılıç zoru olmadan kısa zamanda kitleler halinde gerçekleşir. Dikkat edilirse tarihçilerin ifadelerinin gerisinde İslam’ın büyük bir coşkuyla ve içtenlikle kabulleniliş gerçeği vardır. Halbuki yukarıya alıntıladığımız XIII.yüzyıl Türk göçmenlerinin tavırları ve fikriyatıyla ilgili tarihçilerin ifadeleri bunun tam aksini söylemektedir. O halde mesele nedir? Tarihçilerin eserlerine bakılırsa onlar, bu nitelendirmeleri “Babailer İsyanı” dolayısıyla belirtirler.
BABAİLER İSYANI VE HARİCEN İSLAMLAŞMA
Babailer isyanı, XIII. yüzyılın Anadolu’daki en önemli olaylarından birisidir. Onu önemli kılan sebeplerden birincisi “ilk gayri sünni cereyan” olarak değerlendirilmesi, ikincisi bu isyanı “Türkmenler”in gerçekleştirmesi, başlarında da “baba”ların bulunmasıdır. İddiaya göre “abdalân-ı rum” ile “Bektaşilik” onlardan neşet etmiştir.
Bilindiği gibi baba, Selçuklu devrinden itibaren tasavvuf terminolojisinde kullanılan bir kelime olup “ata” manasına gelir. Hürmete layık olan kimsedir.[29] Türkmenlerin din ulularıdır.[30] Buna göre babaların biri dinî, diğeri siyasî olmak üzere iki niteliği bulunmaktadır.
Babaî hareketinin itici gücü Vefaîlik’tir. Vefaîlik’i, XIII.yüzyıl Anadolu’sunda Türkmenler arasında çok güçlü bir varlık ortaya koyan Baba İlyas Horasanî temsil eder. Vefaîlik, Tacularifin Seyyid Ebu’l-Vefa Bağdadî (ö.1105) tarafından kurulur.[31]
Baba İlyas, muhtemelen Moğol istilası sırasında yıkılan Harzemşahlar Devleti sahasından beraberindeki Türkmenlerle Anadolu’ya göç eder. Amasya’nın Çat köyüne yerleşir. İslamiyete girmeleri üzerinden fazla zaman geçmediği için henüz eski inançlarını belli ölçüde koruyan ve okuma yazma bilmeyen yarı göçebe Türkmenler’e yaşantılarına uygun bir tasavvuf anlayışı sunar. 1240 yılında Selçuklu II.Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı iktidarı ele geçirmek maksadıyla ayaklanır. Önceleri başarı elde etse de daha sonra yakalanarak idam edilir.[32]
A Yaşar Ocak, Simon de St.Quentin’den hareketle Baba İlyas’ın “Tanrı’dan gelen meleğin kendisine zafer vaat ettiğini, taraftarlarına hiçbir şeyden korkmamalarını, düşman silahlarından yaralanmayacaklarını” söylediğini belirtir. İlyas, taraftarlarının yaralanma ve ölmeleri, kendisini yalancılıkla suçlamaları karşısında “Tanrı ile konuşacağı, talihsizliğin nedenini soracağını” söyler.[33]
A.Yaşar Ocak ve İrenne Melikof, Baba İlyas’ı “rasul”, “peygamber” olarak nitelerler. Çevresindekilerin Baba İlyas’ı “insanüstü kuvvetlere sahip bir varlık” olarak algıladıklarını düşünürler.
Baba İlyas zindanda iken kırkıncı günde, hücre duvarı yarılır, ortaya çıkan boz atına binerek, “dünya hayatının sona erdiğini” söyleyip göğe doğru havalanır ve kaybolur.[34] Baba İlyas’ın “göğe çıkış sahnesi” tarihçilere, Gök Tanrı’yla buluşmak için atının üstünde göklere çıkan Şamanları hatırlatır. Boz at üstünde göğe çıkış sahnesi ufak bir farkla “veleyetname”de de vardır. Hacı Bektaş öldüğü gün boz bir atın üstünde kaybolur. Hem Şamanların hem Hacı Bek taş’ın göğe çıkışından da anlaşılmaktadır ki Baba İlyas’ın göğe çıkışı fiziki değil, manevi bir yüceliştir.
Baba İlyas’ın peygamberlik iddiası, dolayısıyla şaman olduğu fikri tartışmaya açık bir iddiadır. Zira Türkmen çevreleri ve o günün iktidarıyla doğrudan ilişkisi olmayanlar böyle bir iddiaya yer vermezler. Aksine resmi görevli olan veya devrin iktidarıyla ilişkili olanlar bu iddiayı ortaya atarlar. Dolayısıyla isyan düşünüldüğü gibi bir heterodox-sünnî mücadelesinin sonucu değildir. Aksine o, bir “iktidar mücadelesi” olarak gözükmektedir.
Türkmenlerin Anadolu’da siyasetle ilişkileri I.Gıyaseddin Keyhüsrev’in kardeşi Rükneddin Süleymanşah tarafından tahttan indirilmesi, dokuz yıl sürgünde kalmasıyla başlar. I.Gıyaseddin uçlardaki Türkmenlerle irtibat kurar. Onların yardımı ile 601/1204’te yeniden tahtına kavuşur. Bu “siyasi tutum”u oğulları I.İzzeddin Keykavus ve I.Alaadin Keykubad devam ettirir. Özellikle ikincisi zamanında pek çok “Türkmen şeyhi” yönetimden “himaye” ve “iltifat” görür.[35]
Moğol yanlısı II.Gıyaseddin iktidarı ise Mevlana Celaleddin, hocaları Şems Tebrizî, Burhaneddin Muhakkik gibi meşayıhı himaye eder. Babası, amcası ve dedesinin Abbasi halifeliği ile başlattığı, geliştirdiği “iyi sayasi ilişki”yi terkeder. Cülusunu hilafet merkezine bildirme gereği bile duymaz. Bu yeni “siyasi tavır” Türkmen çevrelerinde hoşnutsuzluğa yol açar. Bunu farkeden iktidar, vezir Sadeddin Köpek’i öldürtür. Ahi ve Türkmenler ile “babaîler”i tutuklatır. Tutuklananlar arasında Ahi Evren,[36] Ahi Ahmed ve Baba İlyas da vardır.
Tarihçilerin tartışmalarından anlaşıldığı kadarıyla isyan, “yolsuzluk, zulüm ve adaletsizlik”e karşı yapılır. Fakat isyanın lideri, Ocak’ın TDVİA’ne daha sonra yazdığı Baba İlyas maddesinde önceki fikirlerinin aksine benimsediği gibi, peygamberlik değil, “mehdilik” iddiasında bulunur.[37]
Tarihçilerin “Türkmen babalarının haricen-ismen İslamlaştıkları” yargısına katılmak iki açıdan mümkün görünmemektedir. Birincisi “din”, ikincisi “babaların eserleri”dir. Dine göre İslamlaşma “kabul”den ibarettir. İnsan bir dini ya kabul veya reddeder. Tarihçilerin söylediği şekliyle üçüncü bir ihtimal düşünülürse Türkmen babaları, dinin tabiriyle “münafık” olur ki, onlarda böyle bir özellik görülmez. Sözgelimi Ahmed Yesevî’nin, Hacı Bek taş’ın, Yunus Emre’nin eserlerinde İslam’ı “tam bir kabul” vardır.
“Haricen İslamlaşma”, “ismen İslamlaşma”, “islam altında Şamanî inançları sürdürme” gibi tabir ve deyimler[38] tarihçilerce, Türkmen çevrelerini, medrese çevrelerinden ayrı tutma, ayrı olduklarını anlatma gayesiyle kullanılmış olmalıdırlar. Fakat “bu gaye” başka bir şey, Türkmen babalarının, bir başka deyişle Horasan erenlerinin “haricen-ismen İslamlaşmaları” başka bir şeydir. Onların Heterodoks olduğu iddiaları devrin iktidar yanlısı tarihçi ve düşünce gruplarınca, Türkmenleri mahkum etmek amacıyla efkar-ı umumiye de kullanılan “siyasi” maksatlı söylemlerdir. Bu siyasi maksada rağmen bazı günümüz tarihçilerinin de aynı iddia ve söylemleri sürdürmeleri ilginçtir.[39]
Hacı Bektaş Veli ve Makalat’ı üzerinde doçentlik çalışması yapan Esad Coşan’ın belirttiğine göre Fuat Köprülü’nün, Hacı Bektaş Veli’nin “on iki imamcı Şii” olduğu iddiası Makalat’a müstensihin eklediği mukaddimeye dayanmaktadır.[40] Dolayısıyla iddia mesnetsizdir.
YESEVÎ TİPOLOJİSİ
Fuad Köprülü Ahmed Yesevî ile ilgili yaptığı çalışma ve yayınlarda iki Ahmed Yesevî tipi çizer. Birincisi şeriata bağlı, zahid, sünnî bir mutasavvıftır.[41] İkincisi Heterodoks bir sufidir.[42] Divan-ı Hikmet nüshaları esas alınırsa Köprülü’nün çizdiği birinci Ahmed Yesevî’den bahsedilebilir. Divanlardaki Ahmed Yesevî, ayrıca “coşkun, cezbeli ilahi aşk”ı terennüm eden Ahmed Yesevî’dir. Birinci Ahmed Yesevî Divan’lara ilave olarak Ali b. Hüseyin el-Vaiz (XV.yüzyıl) Reşahatu Ayni’l-Hayat, Hazinî (XVI.yüzyıl) Cevahiru’l-Ebrar min Emvaci’l-Bihar gibi kaynaklara dayalı ve medrese bilgilerini de ihtiva eden tasavvufu temsil eden Yesevî’dir.
İkinci Yesevî, Köprülü’nün sonraki yıllarına ait Yesevî olup, “nakşi gelenek” dışı kaynaklara göre ele aldığını söylediği Yesevî’dir. Köprülü’ye göre birincisi XV.yüzyıl, ikincisi XII.yüzyıl İslam düşüncesinin Yesevî’sidir. Bir başka deyişle ikinci Yesevî tarihsel önceliğe sahip ve aslına daha uygun bir Yesevî, birinci Yesevî tarihsel yönden daha sonra olup yorumlanmış, yani istenilen formda ifade edilmiş ve asli yetinden uzaklaştırılmış bir Yesevî’dir. Köprülü’nün Yesevî tipolojisi, ikincisinin doğruluğundan yana tercih kullanması, günümüzde tartışılan “Türk Müslümanlığı” fikrinin çıkış ve üzerine oturuş temelini teşkil etmektedir. Halbuki tarihçilerin tartışmalarına yansıdığı kadarıyla birinci yorum, en az ikincisi kadar hakikattir.
Yesevî tipolojisi ile ilgili bir başka problem, Yesevî gelenekleri-zihniyeti de diyebiliriz-nin devam edip etmediği veya nerede, kimlerde devam ettiğidir. Köprülü tipolojisinden hareketle Yesevî geleneklerinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Birinci yoruma göre “sünnî çevrelerde” özellikle “nakşi gelenek” içersinde,[43] ikinci yoruma göre “Bektaşi muhiti”nde devam etmektedir. Bu bakımdan Yesevî düşünce ve gelenekleri söz konusu olduğunda biri diğerine tercih edilmemelidir.
HORASAN ERENLERİ DÜŞÜNCESİ
Horasan erenlerinin tarihçilere konu olan bir başka yönü onların melamet iliği ve kalender iliğidir. Her iki kavram zaman zaman biri diğerinin yerine kullanılır. O halde kavramlar neyi ifade ederler.
Melametî, “iyilik”i açıklamayan, “kötülük”ü gizlemeyen kimse olarak tanımlanır.[44] Sühreverdi melametiyi “ihlas” kavramından istifade ile anlatmaya çalışır. İhlas, ibadet ve taate ait olup gönüldeki “mana”yı muhafazaya yöneliktir. “Mana”nın muhafazası için hayır, ibadet ve salah yani “iyi amel”ler gizlenir.[45] “Kötü sıfat”ları uygulayarak kendilerini halktan ve alemden gizlerler. Burada “kötü”nün işlenilmesi bir gaye değil, sıradan biri olmanın vasıtasıdır. Sıradan biri olma fikri ise melameti için sadece “görüntü”dür. Hakikatte ise o “ehas”tır. Sıradan biri görüntüsündeki “ehas” olmak, her zaman kolay olmamaktadır. Bu sebeple ehas olmak için ortaya konulan tavırların veya esas olmanın zorluğu, melametilerin anlaşılmasını, zaman zaman zorlaştırmış, tartışmalara sebep olmuştur. Onlar tasavvufun kaynaklarında[46] yukarıdaki gibi anlaşılıp yüceltilirken daha sonraki eserlerde ve tasavvuf harici-karşıtı yazılarda iyi gözle bakılmamışlardır. Hatta kelimeden hareket eden dilcilerce-lügatçilerce onlar “Kelbiyyun hakîm ve filozofları” olmakla suçlanmışlardır.[47]
Bilindiği gibi “Kelbiyyun” ilkçağ filozoflarından “Kynikler” okuluna mensup olanlara verilen isimdir. Kynik Yunanca “Kyon-köpek”ten türeyen bir kelime olup “köpek gibi olan, köpek tutumuna sahip olan” anlamına gelir.[48]
Kyniklere göre yaşamanın tek bir anlamı ve Gayesi “erdem”dir. Erdem ise insanın bağımsızlığı, mutlak özgürlük içinde kendisini belirlemesi, yani mutluluğa ulaşmasıdır. Bunun için yapılması gereken şey, her türlü ihtiyaca bağımlı olmaktan kurtulmaktır. Bu sebeple onlar, hiçbir töreye, hiçbir nezaket ve edep kuralına saygı göstermez, yoksulluğu tercih eder, haz ve zevk veren şeylerden kaçınırlar.
MELAMETİLİĞİN DEVRELERİ
Melamet düşüncesine baktığımızda onun genel olarak üç devre geçirerek bugüne ulaştığı kabul edilir. Bunlar ilk devre melametiliği, ikinci devre melametliliği ve son devir melametiliğidir. İlk devir melametiliği III/IX.yüzyılda Ebu Salih Hamdun b. Ahmed el-Kassar (ö.271/884) tarafından kurulan ve Horasan’ın Nişabur kentinde ortaya çıkanıdır.
İkinci devre melametiliği Bayramiyye melamiliğidir. Emir Sikkin olarak tanınan Bursalı Ömer Dede (ö.880/1475) nin Göynük’te kurduğu Melamiliktir.[49] Üçüncü devre melametiliği ise XII/XIX.yüzyılda Arap Hoca olarak tanınan Seyyid Muhammed Nur el-Arabî (ö.1305/1888) nin Batı Trakya’da Üsküp şehrinde kurduğu melametiliktir.[50]
Melametilikle ilgili eser yazanlarca insanlar üçe ayrılır. En üstünleri (ehass-ı havassı’l-havas) melametilerdir.[51] Buna göre melamet düşüncesi tasavvuf felsefesinde “en üst düşünce”yi ifade eder. Fakat Ankaravi’ye göre onların “muhakkik”leri ve “mukallid”leri vardır.
MELAMETİLİK TARTIŞMALARI
Melametilik tartışmalarının başında onun ne olduğu sorunu gelir. Ancak bu konuda yazılanlara bakılırsa söylenilenler, kelimenin kendisinden hareketle üç devrenin tarihçesini vermekten ibarettir. Bu konuda müstakil eser kaleme alan ve bu konuda ilk olma özelliğini koruyan Abdülbaki Gölpınarlı’dır.[52] Fakat o, bu ilk olma özelliğinin yanında melamilerin tarihçesini genişleterek edebi açıdan ele almanın dışında bir şey yapmamıştır. Bu ifademiz çalışmayı değersiz bulduğumuz anlamına gelmemektedir. Aksine o bu sahadaki çalışmalarıyla konuya dikkat çekmiş, fakat ihtisası gereği şair melamilere, onların şiirlerine yer vermiştir.
XIII.yüzyıl müellifi sufi Sühreverdî, melametiliği, “ihlasla yaşama, halini ve amelini gizleme” olarak tanımlar. Türer, her türlü kayıttan kendisini kurtarma, sadece Allah’a bağlanma, iyilikleri gizleme, başkalarını kınamama, kendi nefsini kınama, hakkında anlatılan “iyi sözler”e aldanmama, huzur-ı kalble ibadeti meşgale haline getirme, şer’î kaidelerin gerektirdiği amellerden geri kalmama, Allah’ın makam ve mevki karşısında kendi mevki ve makamının olmadığını açıklamak için şer’î şerifin zıddına bazan amel edip açığa vurma hali[53] olarak tarif eder. Bu şekliyle biz, melametin İslam mütefekkirleri arasında büyük kabul gördüğünü, onların şahıslarında hayata geçirildiğini biliyoruz.
XIII.yüzyıl Horasan erenleri fikriyatına yer veren tarihçiler, melametilikle kalenderliği bazan tek başına bazan birlikte kullanırlar. Köprülü Horasan erenlerini “kalenderî” olarak adlandırır.[54] Köprülü, ifadeleriyle daha önce belirlediğimiz melamet düşüncesine “ilave ikinci bir yön” daha ortaya koymaktadır. Bu yön “devr-ü seyran, hulul ve tenasüh” fikridir. M.Zeki Pakalın’a göre sakal, bıyık ve kaşların kazıtılmasının gerisindeki anlam, “insan yüzünün ‘zat’a, yüz hatlarının ‘sıfat’a” benzetilmesidir. Onlar bu şekilde “zata mazhar” olduklarını düşünürler.[55]
Melikof’a göre onlar yerleşik hayata sahip değillerdir. Yerleşik olmayan hayat anlayışında, “başladığı noktaya geri dönme” vardır. Bir başka deyişle onlar “ebedî dönüş çemberi” anlayışına sahiptirler. Bu anlayışta doğrusal ve ilerleyen bir zaman yerine “dönen bir zaman” vardır. Gün gecenin, bahar yeniden gelişin, kış bitkilerin ölüşünün, yaşam ölümün yerini alır. Yaşam göçebeliğe uygun olarak “mevsimlere, doğal güçlere ve güneşe” bağlıdır.[56] Melikof bu anlayış sahiplerinin “Şaman inançlı Türkler” olarak niteler. Öncüleri “kamlar-ozanlar”dır. Gökyüzü Tanrı’sı ile doğa güçlerine taparlar.
Ocak’a göre onların içinde “tasavvuf tefekküründen yoksun kimseler, Hind menşeili fikirler taşıyanlar, köy ve kasabalarda dilenerek yiyecek temin edenler, bekar hayatı yaşayanlar, ahlak ve din kaidelerine riayet etmeyenler” vardır. Onlar şarap içip esrar kullanır, kendilerini derviş ilan ederler.[57]
Tarihçilerin Horasan erenleriyle ilgili söylediklerine bakılırsa onlar, iki grubu tek bir düşünce altında birleştirmektedirler. Bu birleştirmeyi melami şeyhlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin torunlarından Halvetî şeyhi Lalizade Abdülbaki Afendi de yapar. O Lalizade Risalesi ve Menakıb-ı Melamiyye-i Bayramiyye isimleriyle şöhret bulan Sergüzeşt risalesinde, Bayrami melamiliğini “melami meşrep ve kalenderane tavırlı” olarak birlikte nitelendirir, onlara uyduğunu, onları takip ettiğini söyler.[58]
Melametilik tartışmaları konusunda, XIII.yüzyıl kalenderileriyle ilgili olarak belirtmemiz gereken husus, haklarındaki iddiaların büyük ve çirkinliğine rağmen “din ve devlet ricali”nin onlara müdahale etmemesi, halkın herhangi bir tepkisinin bulunmamasıdır.
HORASAN MELAMETİYESİ
XIII.yüzyıl Horasan erenlerinin tasavvuf anlayışı, “Horasan melametiyesi” olarak adlandırılır.[59] Bu adla anılmalarının sebebi, Horasan sahalarından gelmelerinden dolayıdır. Horasan ise 1040 Dandanakan-Taşrabat Savaşının neticesinde yerleşilen yerdir.[60] Nişapur, Merv, Serahs, Tus ve Belh gibi şehirleri ve civar köyleri içine alır. Bu saha, İslam düşüncesi ile Budist, maniheist, Şamanist kültür sahalarının birleştiği yerdir. Bir başka deyişle saha “çok düşüncelilik”e sahiptir. Bu çok düşüncelilik, Horasan öncesi tasavvuf anlayışını etkiler, ona yeni şekil verir. Bu anlayış “sevgi”nin şekillendirdiği “hoşgörü” ve “kendini kınama” temellerine oturan bir anlayıştır.
Bu anlayışta sevgi, kaynağını “Tanrı”dan alır, insana yönelir. O bu yönüyle “humanizm”den farklıdır. Hoşgörü ise farklı düşüncelerin aynı sahadaki birlikteliği ile melamet sahibinin düşüncesindeki tutarlılığını ve kendine güvenini ifade eder. Kendini kınama ise her şeyden önce düşüncenin temelini oluşturan ve “dışa bağımlılığı azaltan tavrı”n arkaplanını ifade eder. Bu açıdan o, baş tarafta belirtilen yazılı düşüncenin bir pratiğidir denilebilir.
Anadolu’ya intikal eden XIII.yüzyıl Horasan melametiyesinin en önemli iki grubu, Ocak’a göre Kalenderiler ve Yeseviler’dir.
Kalenderiler’i XII.yüzyılın sonunda teşkilatlayark Kalenderlik’e varlık kazandıran Cemaleddin Savî (ö.630-32/1233-34) dir. Savî’ye intisap eden Şems Tebrizî, bilindiği gibi Mevlana’ya tesir eder. Tarihçilere göre Savî, “İranî düşünce”ye sahip bir kimsedir. Bu tesir yanında Mevlana’nın Türkçe bilmemesi bilse bile eserlerini Farsça yazması ve Türkmen çevrelerine siyasi muhalefetinden dolayı Mikail Bayram, onu, “İranlı” olarak nitelendirir. Aynı sebeplerden dolayı Claude Cahen ise “yarı İranlı” olarak isimlendirir.[61]
Yine Bayram’a göre İranî çevrelerle-Mevlevilerle Türkmen çevreler arasında “siyasi, kültürel ve siyasi” muhalefet vardır. Muhalefetin evveliyatı Harezm’de vuku bulan “Fahreddin Razî-Baha Veled” ihtilafına dayanmaktadır. İki mütefekkir arasındaki ihtilaf ise bilginin kaynağı noktasında yoğunlaşır. Yani problem “rasyonalizm-sezgicilik” problemidir. Bayram’ın söylediklerinden öyle anlaşılıyor ki kültürel farklılıkların destekleyerek geliştirdiği bu epistemolojik problem, Harezm’de olduğu gibi Anadolu’da da “siyasal” alanda tezahür eder. Bir başka deyişle problem zamanın güç kaynağı iktidara nüfuz etme, siyasi nüfuzla kitlelere ulaşma ve hakim olma problemidir.
SONUÇ
Horasan erenleri Türk düşüncesinin “şifahi-sözlü” alanını oluşturmaktadırlar. Sözlü alanın varlığı, Türk varlığına bağlı olarak Türk coğrafyasında var olur ve göçlere bağlı olarak Anadolu’ya intikal eder. İntikal eden bu düşünce tasavvuf formu içersinde “erenler” ismiyle var olur, var oluş merkezine bağlı olarak isim alırlar.
Çalışmamız sonucunda biz,Horasan’dan Anadolu’ya intikal eden “erenler” içersinde tasavvufî düşünceye ait “iki akım”ın varlığını buluyoruz. Birincisi Melamilik, ikincisi Kalenderilik’tir. Horasan erenleri tabiri tarihçilerce Türkmen çevrelerini ifade etmek üzere kullanılır. Başlarında “baba”lar vardır.Onlar “genç delikanlılarla sema etme, hanım müritlerle bir arada bulunma” gibi davranışlarından dolayı “dinî” açıdan tenkide uğrar, çirkin ithamlara maruz kalırlar. Babalar, dolayısıyla Türkmen çevreleri melamî düşünceye sahiptirler. Horasan erenlerinde melamilik, iyi fiili gizleme, kınayanın kınamasından korkmadan kötü fiili açığa vurma” tavrı olarak görünür. Onlar İslam öncesi Türk düşünce ve inanışlarından izler taşırlar. Bu izler tarihçileri, XIII.yüzyılda onların “ibahi-din dışılığı, günümüzde “ismen İslamlaşması yargısına götürür. Halbuki benzeri tavrı gösteren ve itham edilen ikinci bir akım daha vardır. O da Kalenderilik’tir.
Kalenderilik’in XIII. yüzyılda iki tabakası vardır. Mevleviler ve Konar göçer gruplar. Mevleviler üst, konar göçer gruplar alt tabakayı oluştururlar. Konar göçer grup Türkmen çevreleri içinde görünür. Mevleviler, Babalarla aynı düşünce ortamına ait olmakla birlikte Şems Tebrizî’yle birlikte İran düşüncesine ait tesir alırlar. Dolayısıyla kalenderilik, bünyesinde İslam öncesi Hind, İran düşüncesi tesirleri, hatta Hıristiyanlık teolojisi etkileri taşır. Onların bu nitelikleri, saray çevrelerine yakın olanlarca-mesela Mevlevilerce- “siyasi maksatlarla” kendi konumlarını güçlendirmek, iktidarların Türkmen çevreleriyle-babalarla aralarını açmak, üzerlerinde baskı oluşturmak için malzeme yapılır. Türkmen çevreleriyle iktidarlar arasında ortaya çıkan problem “dinî” nitelikli olarak değerlendirilir. Bütün bu değerlendirmeler günümüz Türk düşüncesine bir problem olarak yansır. Türk düşüncesi açısından yapılması gereken ise her iki akımda dışa yansıyan ve öne çıkan “iyiyi gizleme, kınayanın kınamasından korkmadan kötüyü açığa vurma” tavrının düşüncedeki “arka plan”ının tespit edilmesidir. Tavrın arka planı ise ancak bu tavra sahip olanların eserlerinden hareketle yapılabilir. Öyleyse ilk yapılacak olan baba-erenlerin eserlerinin aslına uygun olarak tespit edilmesidir. Yapılacak böyle bir tespit, İslam öncesi Türk düşüncesinin tasavvufî düşünce formunda ne kadarının Anadolu’ya getirildiğinin tespiti ile Türk tasavvuf düşüncesinin belirlenmesine de zemin hazırlayacaktır..


[1] .Şahin Filiz, İslam Felsefesinin Serüveni, İstanbul-1996, s.1-5
[2] .Konu için bak. Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara-1988, s.8-11; Fahrettin Olguner, Türk-İslam Düşüncesi Üzerine, İzmir-1993, s.5-6; Ayrıca bk. Henry Corbin, İslam Felsefesi tarihi, Çv.Hüseyin Hatemi, İstanbul-1994, s.11-14; Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çv. Kasım Turhan, İstanbul-1987, s.1-9
[3] .Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çv.Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara-1981, s.389
[4] .Şerafettin Gölcük, Kelam Tarihi, Konya-1992, s.76
[5] .Bk.İbn Nedim, el-Fihrist, Eser 378/988’de yazılmıştır. İbn Hallikan (681/1282), Tabakat. Eser isimleri için bk. Dipnot 3
[6] .Watt, age, s.166
[7] .Hanifi Özcan, Epistemolojik Açıdan İman, İstanbul-1992; Ayrıca bk. Hüsamettin Erdem, Din-Felsefe Münasebeti, Konya-1997, s.156-164
[8] .Watt, age, s.177
[9] .Daha fazla sözlü bilgi için bk.Valter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Çv.Sema Postacıoğlu Banon, İstanbul-1995, s.21
[10] .Fuad Köprülü, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu, ... gibi tarihçi zevatın Selçuklu devri araştırmaları, eserleri.
[11] .Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara-1981, s.34
[12] .Fuad Köprülü, age, ve yer. A.Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul-1996, s.59
[13] .Mustafa Âli, Künhü’l-Ahbar, V/58-61; Evliya Çelebi, Seyahatname, V/60-67
[14] .Nihat Keklik, Felsefenin İlkeleri, İstanbul-l982, s.6l; Ferit Kam, “marifet mesleği”olarak niteler.Bk.Vahdet-i Vücut ve Panteizm, İstanbul-l992, s.75
[15] .Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul –l982, s.86
[16] .M.Hodgson, İslamın Serüveni, İstanbul-l995, II/86, Yenişafak neşri. Bk.H.Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, İstanbul-l995, s.86
[17] .Nihat Keklik, age, s.63
[18] .H.Ziya Ülken, age, s.91
[19] .H.Ziya Ülken, age ve yer. Ülken’in aksine Hasan Basrî, ebedi cehennemde yanmayı kabul etmekte, çıkışın ise Allah’ın affı ile gerçekleşeceğini söylemektedir. Bk.A. b. Cevzi, Hasan Basrî, Çv. M.Kaya, İstanbul-1992, s.119
[20] .Fahrettin Olguner, age, s.92; Aynı yazar, Tasavvuf Dünyası İçinde Hâce Ahmed Yesevî, Erdem, c.7, sy.21, s.942; Ayrıca bk. Adı geçen sayıdaki makaleler ve F.Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s.64-72
[21] .Fahrettin Olguner, age, s.96
[22] .Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul-1990, s.291
[23] .Erol Güngör, age, s. 186; F.Köprülü, Anadoluda İslamiyet, s.43-46
[24] .Ocak, age, s.73
[25] .F.Köprülü, age, s.58; İ.Melikof, Uyur İdik Uyardılar, İstanbul, 1994, s.195
[26] .F.Köprülü, Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul-1981, s.96
[27] .İ.Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Çv. Aykut Kazancıgil, İstanbul-1994, s.32; Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Çv.T.Yazıcı, İstanbul-1989, I/540
[28] .F.Köprülü, Anadoluda İslamiyet, s.50
[29] .M.Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul-1971, I/136; F.Köprülü, İslam Ansiklopedisi Baba maddesi, II/165; Süleyman Uludağ, TDVİA Baba Maddesi, IV/365
[30] .İ.Melikof, age, s.31
[31] .Babaîler isyanına eserinde yer verenler incelendiğinde onların ikiye ayrıldığı görülür. Babailer’e muhalif olanlar, muhalif olmayanlar. Muhalif olanlar İbn Bibi, Niğdeli Kadı Ahmed, Aksaraylı Kerimüddin, Ebulferec Gregory, Sadr Konevî(Ebu Bekr b. Zeki), Sultan Veled, Eflaki, Sipehsalar Feridun’dur. Muhalefet etmeyenler ise Elvan Çelebi, İbn Batuta, Aşıkpaşazade, Şikari, Taşköprüzade ve Menakıb-ı Evhadeddin Kirmani müellifi’dir. Muhaliflerin hemen hepsi ya o günkü iktidarın resmi görevlisi veya iktidarla maddi ilişkisi olan kimselerdir. Bk. Mikail Bayram, Babailer İsyanı, Hareket Dergisi, Mart 1981, s.17-19
[32] .A.Yaşar Ocak, TDVİA Baba İlyas Maddesi, IV/368
[33] .A.Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul-1980, s.125
[34] .Elvan Çelebi, Menakıbu’l-Kudsiyye fi Menasibu’l-Ünsiyye, Konya Mevlana Müzesi Ktp, nr.4937, 38b-39a. Eser İsmail E. Erünsal-A.Yaşar Ocak tarafından Türk Tarih Kurumu yayınları içersinde 1995 yılında neşredilmiştir.
[35] .Mikail Bayram, Babailer İsyanı Üzerine, s.18-19
[36] .Asıl adı Şeyh Nasireddin’dir. Hoy’ludur. Bk.Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya-1991.
[37] .Bk. 32.dipnot. İslam toplumlarının problemli devirlerinde tezahür eden “mehdi ve mesih” düşüncesi için bk.E.Ruhi Fığlalı, Mesih ve Mehdi İnancı Üzerine, AÜİFD, Ankara-1981, XXV/179-214. Mesih ve mehdi inancının önce şiilerde, sonra sünnilerde tezahürü için bk. Aylık Dergi, Ehli Sünnet Özel Sayısı, 73-78/311 ve 328.
[38] .Bk.J.P.Roux, age, s.32; F.Köprülü, Osmanlı Devletini Kuruluşu, s.96; İ.Kafesoğlu, Selçuklular ve İslamiyet, s.39 ve diğerleri.
[39] .Mesela bk. Babinger-Köprülü’nün Anadoluda İslamiyet ve İ.Melikof’un, Uyur İdik Uyardılar isimli eserleri.
[40] .Esad Coşan, Hacı Bektaş-ı Veli Makalat, Seha Neşri, Tarihsiz, I.kısım, s.37-38
[41] .F.Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s.115
[42] .F.Köprülü, İslam Ansiklopedisi Ahmed Yesevî maddesi, MEB, c.I
[43] .Köprülü’nün söylediğinin aksine Nakşi geleneğin Yesevilik’e olan ilgi ve ilişkisi daha önceki asırlara uzanır. Mesela bk.Bahaeddin Nakşbend (ö.1389), Yesevî şeyhlerinden Kasım Şeyh ve Halil Ata’ya intisab eder. Bk.H.K.Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.272
[44] .Ömer Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, Çv.K.Yılmaz-İ.Gündüz, İstanbul-1989, s.91
[45] .İsmail Ankaravî, Minhacu’l-Fukara, İstanbul-1996, s.35
[46] .Mesela bk.Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, s.91-96
[47] .Suçlayanlar arasında Ahteri, A.Vefik Paşa, Reşad ve Ali Nazıma Beyler, Şemseddin Sami gibi ünlü dilciler vardır. Bk.Sadık Vicdani, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye, Yay.İ.Gündüz, İstanbul-1995, s.10-11
[48] .Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul-1985, s.52 ve devamı.
[49] .Kelime önceleri “melametilik” olarak kullanılırken, Osmanlı düşüncesinde “melamilik” şeklini almıştır.
[50] .Sadık Vicdani, age, s.15-84
[51] .Bk.Sülemi, Risaletü’l-Melamiyye, s.97-99; İbn Arabi, Fütuhatu’l-Mekkiyye, III/235; Ö.Sühreverdi, age, s.91; İ.Ankaravi, age, s.35; S.Vicdani, age ve yer; Ayrıca bk. Osman Türer, Melamet Düşüncesinin Orijinal Özelliği, İslami Araştırmalar Dergisi, 1988, II/7
[52] .Bk.Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler, İstanbul-1992, Gri yayın tıpkıbasımı.
[53] .Osman Türer, agm, s.62
[54] . Köprülü’ye göre onlar, “dünyevî kayıt ve alakalardan azadedirler. Geleceği düşünmezler. Tecerrüdü, fakr ve tese’ülü, melameti şiar edinirler. Hedef-i melamet için saçı, sakalı, kaşları kazıtmayı, dinin tekliflerine karşı mübalatsızlığı ihtiyar edinirler. Aşağı tabakadandırlar. Sufi düşüncelerine kabiliyetsizdirler. Panteist itikada, yani devr-ü seyran, hulul ve tenasüh gibi inançlara sahiptirler. Kendilerine has bayrakları ve dünbelekleri vardır. Kalabalık kitleler halinde şehir şehir dolaşırlar.” Fuad Köprülü, Anadolu’da İslamiyet, s.50
[55] .M.Zeki Pakalın, age, II/149
[56] .İ.Melikof, age, s.30-31
[57] .A.Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s.47; Ayrıca bk.Eflaki, age, II/Önsöz, s.28
[58] .Sadık Vicdani, age, s.33
[59] .Mesela bk.F.Köprülü, Anadoluda İslamiyet, s.49; A.Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul-1996, s.33
[60] .İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul-1993, s.344
[61] .Mikail Bayram, Evhadiye Tarikatı, Konya-1993, s.34, 25; C.Cahen, Baba İshak, Baba İlyas, Hacı Bektaş, AÜİFD, XVIII/201