Soyu, hazret-i Fâtma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, Sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi bilinmemektedir.1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi
yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
"Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma." dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garip
hâller ve yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm
ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada
meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol açtı.
Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr saltanat
sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da
Semerkand kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir
defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının
yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna
ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; "Bu dağı ortadan kaldırmak gerek." diye söylendi.
Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan
kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen
netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı
araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin
aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi
istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın vasiyeti var,
senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin
edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git!"
dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın
istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği
gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği
oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi
vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmet'in büyüklüğünü ve mertebesinin
yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya
bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur
boşanarak, her yer suya gark olunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye
başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş
çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu
kerâmete şahit olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî
kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; "Âlemde her
kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin" dedi. Bundan dolayı o günden
beri ikisinin ismi birlikte, "Ahmed Yesevî" şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmet'in, daha çok Yesi'li olduğundan,
Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Ahmed Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders
aldı. Onun kalplere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp
gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere ulaştı.
Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı
bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan
Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezlerGidenleri görürler de ondan ibret almazlarErenlerin kıldığını görüp rağbet etmezlerArslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmed Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın
mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada Ehli sünnet âlimlerinin en
büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti.
İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O
büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir miktar
Buhârâ'da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve
yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık
Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe
burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa
zamânda, Türkistan, Mâveraünnehr, Horasan ve Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha
çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu.
Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu.
Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve Bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed
Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı.
Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında
talebelerine zâhirî ve Bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise
alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları
satardı.
Bir rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü
vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri
koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini
heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o
kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti
heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam
olunca da Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla
para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine gelen sayısız
hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri
her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini
çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet
meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar."
dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler
vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî
hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin,
herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir
hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ
etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere
bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu
vardı. Oradakilere hitâben: "Bâliğ olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret
mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona
teslim edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî'nin
talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip,
bunu Horasan ve Mâveraünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu
alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce
hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu merak
ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin
gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara
karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir miktar pamuk
arasında duruyordu.
Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu
hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti
karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar
hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler
dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var
idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar
gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek
niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her
tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır
bulunduğunu öğrenmişti. "Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl
sorar, onları imtihan ederim." diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri
hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmende; "Bakar mısın, bize kimler
geliyor?" buyurdu. Mervezî'nin mâiyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında
üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed
Danişment, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra
talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı.
Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce hazretlerinin
yanına gelip, "Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?" dedi. Hâce,
hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra
görüşürüz." buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce
Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi
Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti.
Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak
istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet,
defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların
da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu
anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyetiyle
beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k.
sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini
doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed,
Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya
gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim).
Horasan'da bulunan velîler, Ahmed Yesevî
hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve
bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak
istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya
dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek
üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye
geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını
aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand
yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir
tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu
tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması
hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı.
Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu
keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra
normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini
kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının
yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada
kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Her gün yüzlerce
kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği
parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî
hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran,
Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu Hıristiyan olup, Müslüman Yesi
halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî
hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların
sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar,
Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Bir gün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler.
Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler.
Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler.
Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile
götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin
tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin
tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu
bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalp gözleri ile ve yüksek ferâseti ile,
iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler
bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin
verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam
maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin
kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O
öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış
oldu.
Yine bir gün aralarında anlaşıp, Hâce'yi
hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece
gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç
kimse de, bunların yaptıklarını fark etmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak
bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı.
Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri
bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını
işâret etti. Arkasından:
"Girin köpekler, girin itler!.." diye
bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye
adımını atan "Hav, hav, hav" diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan
köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp
bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî
hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip
affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ
etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmed Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O,
çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine
yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif
buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu
sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü.
Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili
kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan
ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek,
ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müritlerinin gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız
bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten
sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o
yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle
meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât
etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve
teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri
kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi.
125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen
halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü
manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir"
diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu
doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin
yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü Teala, evliyâsına sıkıntı
çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor
zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte
çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tat alırlar ki, iyiliklerinde o
tadı duymazlar. Allahü Teala, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok
geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, Tatlar ihsân eder. Zâhir olarak,
görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve
neşe'den uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin
her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyet'in doğru olarak öğretilip
yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları
sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da
geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun Müslüman
Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed Yesevî hazretleri herkese iyilik eder,
kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir hareket görmezdi. Bütün insanların
dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve
yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine
bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir
mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edepler şunlardır: 1)
Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu
bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit
çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne
uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan
farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyet ve teslimiyet,
ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürit gâyet
uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve
işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden
râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği,
emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli , ağırbaşlı olmalı, fakat
ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına
sebep olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize,
dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık
olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli
ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebep olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan
tâbiiyet, uyma ve teslimiyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak
bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır
olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî
hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten,
açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve
nasîhatlerini dikkatle takip etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve
gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın
zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle,
vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost
olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyil ve muhabbet
etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretleri sohbetlerinde
talebelerine buyururdu ki:
"Ey Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan
sakınınız."
"Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül
bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meylettirirse, seni emri altına almış
demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere sürüklenirsin de hiç haberin
olmaz."
"Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline
sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz
yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu
yolda ilerlemesi mümkün değildir."
"İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek
davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve
kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya
yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk
edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar."
"Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile
yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin
olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir
dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar,
dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an
Allahü teâlâyı unutmazlar."
"Ahkâm-ı İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam
bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun
îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da
evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı hâllerin
meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hallerinin
rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte
bir takım noksanlarının bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu
bilmezler. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu
idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu
zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar."
Günahlar sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu
Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek, her zaman Allahü teâlâyı düşünmek,
O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil
olmamakla mümkündür.
"Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile,
malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti."
"Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma.
Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
"Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ
olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır."
"Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan
merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."
"Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen,
yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme."
Ahmed Yesevî hazretleri hikmet denilen şiirler
yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Şiirleri o zamanda
kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile söylenmiştir. Bu
manzumelerin konuları umûmiyetle şunlardır:
Allahü teâlâyı ve O'nun dostlarını her şeyden çok
sevmenin lüzumu:
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beniKaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin senSöylesem ben dilimdesin, gözlesem bu gözümdesinGönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin senFedâ olsun sana canım, döker olsan benim kanımBen kulum sen Sultanım, bana sen gereksin sen.
Allah teâlâya tâat, kulluk ile ibâdet ve zikrin
önemi ve bunlardan zevk alma:
Ne hoş tatlı Hû yâdı, seher vakti olandaBaldan tatlı Hû adı, seher vakti olandaSeher vakti kalkanlar, canın fedâ kılanlarAşk oduna yananlar, seher vakti olandaSeher vakti hoş saat, kalkana olur râhatAçılır devlet, saâdet, seher vakti olandaHer gün yanar bu canım, kullukta yok dermanımSen bağışla günahım, seher vakti olandaHak yolunda olan dervişlerin halleri:Yol üstünde oturup yolu soran dervişlerUkbâdan haber duyup yola giren dervişlerAsâları elinde himmet kuru (kuşak) belindeRabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişlerHırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayânBiliniz, iki cihan, göze almaz dervişlerSırrı ile söylerler, dile hikmet dizerlerÂşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.
Günâhkârların vaziyeti:
Dünyâ benim diyenler, cihan malını alanlar
Herkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler.
Kâdı, imâm olanlar, haksız dâvâ kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip, korkup durup kalmışlar.
Dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere
zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldanmamak gerektiği, ölümün
varlığı ve her nefsin ölümü tadacağını da bâzı şiirlerinde işler.
Ey dostlarım, ölsem, ben, bilmem hâlim nice
olur;
Kabre girerek yatsam, bilmem hâlim nice olur.
Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan
dönseler
Suâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
Girse karış adlı yılan, dolansa tene o zaman
Kalmaz bütün bir üstü han, bilmem hâlim nice
olur.
Olsa kıyâmetin günü, hâzır olur cümleleri
Kıldığın ameller hani, bilmem hâlim nice
olur.
Ahmed Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık
200 yıl geçtikten sonra, bir gün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek
üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed Yesevî
hazretlerini gördü. Kendisine:
"Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâllah orada
sana fetih nasip olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın
insanları senin gelmeni bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye
çok sevinip, Allah teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para
verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını
emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün
haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan
Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han
tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki:
"Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescit daha ilâve edilmiş
durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının
yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının,
büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir
pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar
kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da
güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin dökülmüş,
harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kim bilir ne kadar daha
güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese ile,
arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın, Ahmed Yesevî'nin ve âilesinin yer
aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da söylenilmektedir."
Türkistan'ın her tarafından akın akın gelen
insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret etmekte, Câmi-i Hazret adı ile
anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
DİNLEYİN EY İNSANLAR
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Bir eseri vardı ki, "Dîvân-ı hikmet" diye,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
"Dünyâ adamları"yla, yakınlık kurmayınız!
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
"Âhiret derdi" ile, dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Günah ve kusûrları, "Dağ gibi" gelir ona,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Tamâmen "İstidrâc"dır, görülse de kerâmet.
Dünyâ muhabbetini, kalbinden çıkaranlar,
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
"Halk" içinde "Hak" ile, olmak da budur işte.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, "İstidrâc"dır hepsi de.
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hiç muteber değildir, indallah hiç bir işi.
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir Müslüman,
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
"Allah'ın rızâsı"nı, gözetin ki her zaman,
Ancak böyle kurtulur, âhirette Müslüman.
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
"Kârûn" dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Mallarıyla birlikte, geçti yerin dibine.
Kâfir de olsa bile, sakının kalp kırmaktan,
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Resûl'ün sünnetidir, gariplere merhamet,
Garip sevindirmeğe, ediniz say-ü gayret.
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
CUMÂ NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî
hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip,
talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Danişment'i ona gönderip sordu. Bu
sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna
vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün
seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim" deyip hocasının
elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında
oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı.
Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; "Ey derviş! Burası
Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ
namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ
namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce
hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi.
Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han
ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey
diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
-
Reşehât
-
Dîvân-ı Hikmet
-
Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar
-
Âriflerin Menkıbeleri
-
İstanbul ve Anadolu Evliyâları; cilt-2
-
Anadolu Evliyâları
-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cilt-6, s.102
-
Büyük Türk Klâsikleri; cilt-1
Kaynak
Doğrulanmamıştır.