(Kazakistan: Dünü, Bugünü, Yarını Ocak Yay., s. 203-214)
Ahmet Yesevî, bugün Güney Kazakistan'da yer alan Çimkent şehrinin hemen doğu yakasına düşen Sayram Kasabasında doğdu. Doğum tarihi kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte, bu konudaki birçok delilin birlikte değerlendirilmesi sonucunda 1085 – 1095 yılları arasında doğmuş olabileceği kabul ediliyor. Sayram kasabasında doğumundan sonra küçük yaşlarda önce annesini ve sonra da babasını kaybeden Ahmet Yesevî'nin 7 yaşında iken ablası Gevher Şehnaz Hatun ile birlikte Sayram Kasabası'nın yaklaşık 160 km kuzeybatısında bulunan Yesi şehrine giderek burada yerleştiği pek çok kaynak tarafından teyit ediliyor.
III. Murat döneminde "Hazînî" adındaki bir Yesevî dervişi tarafından yazılan ve bugün Süleymaniye Kütüphanesinin Halis Efendi Kitapları arasında bulunan "Cevâhirü'1-Ebrar min Emvâci'I-Bihâr" isimli tek nüshalık el yazması esere göre, Ahmet Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim'in soyu aşağıdaki silsile ile Hazreti Ali'ye dayanıyor; Şeyh İbrahim, Şeyhü'l İlyas, Şeyh Mahmut, Şeyh Muhammed, Şeyh İftihar, Şeyh Ömer, Şeyh Osman, Şeyh Hüseyin, Şeyh Hasan, Şeyh İsmail, Şeyh Musa, Şeyh Mü'min, Şeyh Hârûn, Şeyhü'ş Şüyûh Bahrü'l-İrfan Cebelü'l-itmi'nan Kutb-ı Türkistan Hoca İshak Bâb, Abdu'r-Rahman, Abdü'1-Kahhar, Abdü'l-Fettah, İmâmü'l- Hanefî, Aliyyü'l-Murtazâ.1
Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü "Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar" isimli eserinde, Molla Musa b. Molla İsa Sayramî tarafından yazılan "Tarih-i Emniyye" adlı kitabın müellifi tarafından aynı kitapta kendisi için verilen ve sonuçta İmam Muhammed Hanefi'ye kadar uzanan silsilenâme ile Şeyh İbrahim'in silsilesi arasında büyük bir benzerlik bulunduğunu muhtelif delillerle ortaya koyarak, Hazînî tarafından yazılan Ahmet Yesevî'nin soyuna dair bilginin tamamıyla kuvvetlendiğini ifade ediyor.2
İlk eğitimini ve bilgilerini babası Şeyh İbrahim'den alan Ahmet Yesevî 7 yaşından sonra Yesi şehrine gelerek, Arslan Baba'ya intisap etti ve onun rehberliği altında kişiliği oluşmaya başladı. Burada eriştiği mertebeler ile daha çocukluk ve gençlik yıllarında geniş bir üne kavuştu. Arslan Baba'nın ölümünden sonra dönemin en önemli ilim merkezi olan Buhara'ya gitti ve burada yine dönemin en büyük alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedâni'ye intisap etti.
Ahmet Yesevî'nin Yesi'den Buhara'ya geçtiği tarih ve Buhara'da ne kadar süre ile kaldığı çok net bir şekilde bilinmemekle birlikte, henüz kendisi çocukluk yaşlarında iken Aslan Baba'nın öldüğü ve böylece gençlik yaşlarında Buhara'ya intikal ettiği biliniyor. Nitekim Yesevî hikmetlerinin birisinde yer alan "yirmi yedi yaşımda pirimi buldum" mısrasından, Yesevî'nin Buhara'ya gittiği yıllardaki yaş dönemi anlaşılıyor, ama bu dönemin hangi yıla tekabül ettiği yine net bir şekilde bilinemiyor.
Şeyh Yusuf Hemedânî'nin irşadı altında geçen uzun yıllardan sonra 1140 yılında Şeyhin ölümünü müteakip Ahmet Yesevi 1157 – 1160 tarihleri arasına rastlayan bir dönemde Şeyh Yusuf Hemedânî'nin 3. halifesi olarak irşat mevkiine geçer. Ancak zamanında Şeyhinden almış olduğu bir işaret sebebiyle kısa süre sonra irşad mevkiini 4. halife Abdül-Hâlık-i Gucduvânî'ye bırakarak Yesi'ye döner.
Hayatının bundan sonraki döneminde (1166 – 1167 yılındaki ölümüne kadar) Yesi'de kalarak halkı irşad etmeye ve Orta Asya - Kafkaslar - Anadolu yoluyla Balkanlara kadar uzanan bir coğrafyanın tarihine Türk - İslam mührünü vuran alperenlerini yetiştirmeye devam eder. Ahmet Yesevî'nin bu irşad devresi Orta Asya Türkleri arasında İslâmiyet'in hızla yayıldığı ve Selçukluların Anadolu'yu bir Türk-İslam yurdu haline getirdiği yıllara rastlamaktadır. İşte böyle bir dönemde Hoca Ahmet Yesevî bir yandan tertemiz bir Türkçe ile söylediği "Hikmetler" i vasıtasıyla bilgi, sevgi ve hoşgörü temellerine dayalı İslâm'ın Türkistan coğrafyasında hızla yayılmasına ve Türk Müslümanlığının çok geniş coğrafyaya yayılmış muhtelif boylar halinde yaşayan Türk milletinin damarları arasına yeni bir harç gibi girmesine hizmet ederken, bir yandan da irşadı ile kemâle erdirerek Anadolu'ya sevk ettiği alperenleri vasıtasıyla Anadolu'nun Türkleşmesine ve Selçuklu - Osmanlı silsilesinin Anadolu'da kök salmasına büyük bir manevî zemin desteği oluşturmuştur. Bu noktada Ahmet Yesevî'nin konumuz açısından önem arz eden tesirini; Türkistan coğrafyasında bütün Türkleri belirli bir noktada birleştirerek, onu "Pir-i Türkistan" yani (Bütün Türkistan coğrafyasının Piri) mertebesine eriştiren tarihî vakıa ile ifade edebiliriz. Bu tesir onun ölümünden sonraki asırlarda öylesine önemli bir boyut kazanmıştır ki, dönemin en büyük hakanı Timur, ölümünden iki asrı aşkın bir süre sonra Ahmet Yesevî'yi rüyasında görerek, kendisinden Buhara'nın fethi müjdesini alır. Bu müjdeye istinaden Buhara seferine çıkan Timur Buhara'yı fethettikten sonra 1396 yılı Eylül ayında Yesi'ye gelerek Ahmet Yesevî'nin mezarını ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında dönemin en ünlü mimarlarını görevlendirerek ve o devir için herkesi şaşırtan bazı büyüklük ölçülerini bizzat kendisi vererek, Yesevî'nin kabri üzerinde muhteşem bir türbe ve külliye inşa ettirir.
Konuyu, rivayet olunan rüya meselesine istinat etmesi dışında tarihî bir vakıa olarak ele alırsak, Büyük Timur'un bu muhteşem türbeyi inşa etme kararının, aynı zamanda dönemin umumî ruh ve vicdanına en uygun bir davranış, devrin umumî arzu ve isteğine cevap veren bir büyük hizmet şeklinde de tecelli etmiş olduğunu anlamamız kolaylaşacaktır. Nitekim tarih, Emir Timur'u değerlendirirken onun sayısız zaferlerle dolu hayatının tamamını terazinin bir kefesine ve bu türbeyi inşa etmesini başlı başına diğer kefeye koymak suretiyle, umumî vicdana uygun bir hizmeti gereği gibi takdir etmiş, ayrıca Emir Timur bu türbeyi inşa etmesi vesilesiyle Türkistan illerinde çok özel bir saygınlık mertebesine ulaşmıştır.
Timur'un 1405 yılındaki ölümü sebebiyle türbe inşaatının tamamlanamayan bazı bölümlerine ve bu arada ge çen uzun yıllar içerisinde yıpranan bazı kısımlarının onarımına 1500 - 1510 yılları arasında Özbek Hanı Şah Budak'ın oğlu Muhammed Şeybânî Han tarafından, 1583 -1598 yılları arasında da Buhara Emiri Abdullah Han tarafından devam edildi.3 Bütün bunlar, Hoca Ahmet Yesevî'ye ve onun felsefesine beslenen saygının Türkistan coğrafyası üzerinde yüzyılları aşarak nasıl devam ettiğini, Uluğ Türkistan toplumlarını, hanlıklarını ve onların hanlarını belirli bir nokta üzerinde nasıl birleştirdiğini açık şekilde gösteriyor.
Hoca Ahmet Yesevî'nin yukarıda çok kısaca değinilen tesir ve izlerinin aradan geçen yaklaşık dokuz asırlık süreye rağmen aynı coğrafyada hâlâ dipdiri bir şekilde devam ettiğini, 199O'lı yıllarda Kırgızistan'da, Kazakistan'da ve Özbekistan'da bizzat yaşayarak müşahede ettim. En mütevazı köy sofrasından, en muhteşem Cumhurbaşkanı ziyafetlerine kadar her toplum ve mecliste onun adının hürmetle anıldığına, onun dipdiri yaşayan ruhundan güç alındığına tanık oldum. Sovyetler Birliği'nin henüz dağılmamış olduğu 1990 öncesi yıllarda bile, yüzyılı aşkın bir Rus istibdadına ve yetmiş yılı aşkın bir materyalist rejime rağmen, bu rejim içerisinde doğup yetişerek yüksek devlet kademelerine ulaşmış insanların Ahmet Yesevî adına duyduğu hürmeti ve bizlere dahi bu yüce isme duyduğumuz hürmet ölçüsünde mukabele ettiklerini hayretle gördüm. Türkistan kadınlarının yüzyıllardan beri aralarında düzenledikleri "Hikmet Günleri"nde Yesevî Hikmetlerini ağızdan ağıza naklederek günümüze kadar yaşattıklarını hem Dr. Baymirza Hayit'in 26-27 Eylül 1991 tarihli Milletlerarası Ahmet Yesevî Sempozyumu'na sunduğu bildiriden4 ve hem de bunun doğruluğunu bizzat Türkistan analarından öğrendim.
Hiç şüphesiz, Hoca Ahmet Yesevî'nin yüzyılları aşarak günümüze kadar uzanan bu geniş tesirini izah edecek yegâne sebep, onun bir din öğreticisi ve bir din ulusu olmasından ibaret değil. Aksi halde onun ismi aradan geçen dokuz asra rağmen Türk Dünyası'nın üzerinde böylesine bir kutup yıldızı gibi parıldamazdı. Türk tarihi onun bahse konu fonksiyonlarını ifa eden nice yıldızlara tanık olmuştur. Ama bugün onların hiçbirisi Türk Dünyası'nın ufuklarını Ahmet Yesevî ismi kadar aydınlatamıyor. En azından cennet mekân hocaları Arslan Baba ve Şeyh Yusuf Hemedânî'ye rağmen ve hatta Şeyh Yusuf Hemedânî'nin hilafet makamına Yesevî'den önce oturan Şeyh Abdullah Berkî ve Şeyh Hasan Endekî'ye rağmen, bugün Türkistan coğrafyasında yaşayan Ahmet Yesevî ruhunun başka bir izahı ve Ahmet Yesevî'nin tüm bu isimlerden ayrı bir özelliği olmak gerekir.
Nitekim bu başka izah ve ayrı özellik tartışmasız bir şekilde var. Ahmet Yesevî ruhunu da işte bu özellik asırlardan beri yaşatıyor. Çünkü Ahmet Yesevî ismi, tüm müspet vasıfları ve hizmetlerine ilave olarak, uzun yıllardan beri Arapça ve Farsçanın tahakkümüne köle edilen Türk dilinin yeniden hürriyetine kavuşturulmasını ve ebediyen yaşatılmasını temsil ediyor. Böylece bizim milletimizin bugünkü varlığına ve hayatiyetine kaynak oluşturuyor. Onun için, Anadolu Türklüğünün büyük şairi Yahya Kemal Beyatlı, "Şu Ahmet Yesevî kim? Bir araştırın, göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız." diyor.
Yahya Kemal Beyatlı'nın büyük şairliğini böylesine muhteşem ve tarihî bir tespit ile taçlandıran bu hükmünde istinat ettiği yegane nokta elbette Ahmet Yesevî'nin Hikmetlerini Türkçe söylemiş olmasından ibaret değildi. Çünkü Beyatlı, Ahmet Yesevî'nin bu hizmetine ilaveten, yetiştirdiği binlerce öğrencisini Türkistan coğrafyasına ve bu arada Anadolu'ya göndererek Anadolu'yu bir Türk - İslam yurdu haline getirecek manevî temelleri en sağlam şekilde ördüğünü biliyordu. Ayrıca ve buna ilave olarak Ahmet Yesevî'nin İslâm'ı, tebliğindeki manaya ve tebliğ edilişindeki gayeye uygun bir şekilde dosdoğru anlayıp, dosdoğru anlatmakla; Türk milletinin kendine ve tarihe hâkimiyetini kaybetmeden, yeni ufuklara ve yeni gelişmelere uçarak İslamlaşmasına hizmet ettiğini de biliyordu. Dolayısıyla "Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız" hükmü, Ahmet Yesevî'nin bu hizmetlerinden kaynaklanıyordu.
Ahmet Yesevî'nin İslam'ı dosdoğru anlayıp, Türk milletine dosdoğru anlatması hiç şüphesiz tarihî bir ehemmiyeti haizdir. Çünkü o, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve büyük devletler kurmuş, büyük bir millete rehberlik ediyordu. Acaba onun bu dosdoğru anlayış ve dosdoğru anlatışı olmasaydı, böylesine geniş bir coğrafyaya yayılmış, böylesine büyük milletin, bu denli önemli bir yapısal değişimi yaşaması nelere mal olurdu? İslam daha farklı coğrafyalarda ve diğer milletler arasında, özellikle son asırlardaki anlaşılış ve anlatılış tarzının nelere mal olduğu, bu ehemmiyeti yeterince izah etmiyor mu?
Peki, Hoca Ahmet Yesevî'nin İslam'ı Türk milletine dosdoğru anlatması ve böylece İslâm'ın Türk milletinin damarları arasına yepyeni ve güçlü bir harç olarak yerleşmesindeki hikmet nerede yatıyor? Yesevî âşıklarından Namık Kemal Zeybek bu hikmeti "Türk Olmak" isimli kitabının 39-40. sayfalarında, yine Yesevî'nin hikmetlerinde ısrarla anlatılan 7 ilkeyle izah ediyor.5 Gerçekten de Ahmet Yesevi, her hangi bir peygamberin rehberliğinden istifade etmeksizin tek tanrı inancına ulaşabilmiş olan Türk milletinin meşrebine son derece uygun bu 7 ilkeyi hikmetlerinde ısrarla işliyor.
Birincisi, Allah'a aşkla yöneliş Bir hikmetinde;
"Allah'ı çok anın diye ayet geldi
Zikredip ağlayıp yürüdüm ben de
Cemalini aşıklara va'detti
Aşk yoluna can koyup yürüdüm ben de"
Bir başka hikmetinde;
"Gerçek aşıklar daim diri, ölmüş değil
Ruhları da yer altına girmiş değil
Zahit, âbid bu mânâyı bilmiş değil
Gerçek aşık ahalinin HIZIRI'dır."
Daha başka bir hikmetinde;
"Aşıklık davasını güdenler
Sevdiğini bir an unutabilmez
Aşk incisi dipsiz deniz içinde
Candan geçmeyince o inci alınabilmez" diyor.
İkincisi; İhlas. Yani riyadan gösterişten uzak, sadece Allah için olan samimî Müslümanlık.
Bir hikmetinde;
"Ey derviş, ibadet edersin gösterişle, kibirle
Can ve gönlün dünyalıkta, ah ile vah sözlerinde
Can verirken olacaksın ayrı iman nurundan
Görünüşün sufi de asla olmadın Müslüman"
Bir başka hikmetinde;
"Candan geçmeden (hû hû) demenin hepsi yalan
Sormayın sual, yolda kalan bu arsızdan
Hakk'ı bulanın özü gizli sözü gizli
O sebepten altmış üçte girdim yere" diyor.
Üçüncüsü; İnsan sevgisi. Bir hikmetinde;
"Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol
Nerde mazlum yolda kalsa, yoldaş ol
Mahşer günü dergâhına yakın ol
Kibirli kişilerden kaçtım ben işte"
Bir başka hikmetinde
"Garip, fakir, yetimleri Resul sordu O gece Mirac'a çıkıp Hakk cemalini gördü Dönüp indi fakir halini sordu Gariplerin izinden indim ben işte" diyor.
Dördüncüsü; Hoşgörü.
"Sünnet imiş, kâfir olsa, verme zarar
Gönlü katı, gönül kırıcıdan Allah şikayetçidir
Allah şahid, öyle kula cehennem hazır
Bilgelerden duyup bu sözü dedim ben işte" diyor.
Beşincisi; Kadın ve erkek eşitliği Altıncısı; Emek ve işin kutsallığı
Ahmet Yesevî'nin meclisinde kadın ve erkek birliktedir. Çalışmada, üretimde ve adalette kadın-erkek ayrılığı yoktur. Yine Hazret'in emek ve işe verdiği değeri, bir yandan öğrencilerini yetiştirirken diğer yandan kendi elleriyle ürettiği kaşık ve kepçeleri pazarda satarak geçimini sağlamasından biliyoruz.
Yedincisi; Bilim.
Yesevî için bilim; varlığı bütün yönleri ile bilerek Yaratan'ı bilmeyi ve böylece gerçek Hakk'a ulaşmayı sağlayan yoldur.
Bir hikmetinde;
"Evvel ahir iyiler gitti kaldım yalnız
Cahillerden işitmedim güzel bir söz
Bilge gitti, cahil kaldı çektim efsuz (üzüntü)
Yolum şaşıp, şaşkın olup kaldım ben işte"
Bir başka hikmetinde
"Eğer âlim olsa, canım sadaka İnci - cevher sözümü işitip anlar Kendini bilirse, Hakkını bilir Allah'tan korkar ve insafa gelir."
Daha başka bir hikmetinde
"Bir şey umma cahillerden kadrini bilmez
Karanlıkta yol sasırsan yola salamaz
Boyun büküp yalvarsan elin tutamaz
Cahilleri şikayete geldim ben işte"
Yine bir başka hikmetinde
"Cehennem der; ben üstünüm, zâlim kullar bende var,
Zâlimlere vermeye zehir, zakkum her an var.
Cennet der; ben üstünüm, âlim kullar bende var,
Alimlerin gönlünde âyet, hadis, Kur'an var." diyor.
Ve nihayet Türk - İslâm dünyasının bu büyük rehberi, kendisi için ancak âlimleri rehber ilan eden bir Hikmet'inde
"Kul Hoca Ahmet âlimlere hizmet kıl
Alimler sözünü duyup amel kıl" diyor.
Dokuz asırdan beri Anadolu Türklüğünün yolunu aydınlatan bu anlayış ve bu felsefe, uzun yıllardan beri Rusya'nın tahakkümü altında kalan Orta Asya'da yoğun bir baskı ile unutturulmaya ve hafızalardan silinmeye çalışılmıştı. Ama artık tarihe gömülmüş olan Sovyetler Birliğinin enkazı arasından bugün Ahmet Yesevî ruhunun yeniden filizlendiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu ruhun uzun yıllardan beri büyük bir sadakat ve sabırla korunup yaşatıldığını anlıyoruz. Böylece, asırlardan beri Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasının zeminine sağlam temeller ören bu ruhun, artık öz yurdunda da yeniden şahlanışın ve aydınlık yarınlara yürüyüşün manevî zeminini oluşturacağına inanıyoruz. Çünkü, işte bu ruh ve bu felsefe Anadolu'yu 900 yıldan bu yana bir Türk yurdu halinde tutan hamurun mayasını oluşturuyor ve Kazakistan'da bugün dipdiri yaşayan bu ruh hiç şüphesiz Kazak bozkırlarını bundan sonraki bin yıllarda bir Kazak yurdu halinde tutacak hamuru da en iyi şekilde mayalayacaktır.
Bizler; Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Türkistan seferine çıkarak oradaki tarihî görevlerini omuzlayan siyasîler, bürokratlar, iş adamları, öğretmenler, öğrenciler ve din görevlileri olarak, Ahmet Yesevî'nin dokuz asır önce Anadolu'ya gönderdiği Alperenlerin torunları olduğumuzu biliyoruz. Şimdi bu tarihî göç aslına dönüyor ve 1000'li yıllarda Anadolu'yu aydınlatan Ahmet Yesevî ruhu bundan böyle öz yurdu Türkistan'ı ve onun 2000'li yıllardaki geleceğini yeniden aydınlatıyor.
1 Hazînî, Cevâhirü'l-Ebrar min Emvâci'l-Bihar, Süleymaniye Kütüphanesi, Halis Efendi Kitapları, s. 48-49
2 Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, 8. Baskı, Ankara 1993, s. 61-62
Naim -Bek Nurmuhammedoğlu, Hoca Ahmet Yesevi Türbesi (Hazırlayan: Dr. Hayati Bice) Ankara 1991, s.
Dr. Baymirza Hayit, Türkistan Kadınlarının Yesevicilik Ananesi, Milletlerarası Ahmet Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1992, s. 45-47
Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak. Ankara 1997, s. 39-40